31 Mayıs 2008 Cumartesi

İstanbul'un Fethi

Osmanlı sultanlarından İkinci Mehmed Hanın, 29 Mayıs 1453’te, Bizans İmparatorluğunun başşehrini alması. Türk-İslâm mefkûresinde çok önemli bir yer işgal eden İstanbul’un fethi, İslâmiyet'le birlikte ortaya çıkan mukaddes bir ideal, bir kızıl elma, yani yüce bir gayedir. Bu ulvî gaye uğruna önce Araplar, sonra da Türkler, İstanbul surları önünde seve seve can verdiler ve şehadet mertebesine kavuştular.

İstanbul, 1453 tarihine kadar birçok defalar, çeşitli millet, devlet ve topluluklar tarafından kuşatılıp, işgal edildi. Peygamber efendimizin; “İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerlerdir” hadîs-i şerîfi, bütün İslâm hükümdar ve kumandanlarının bu şehri fethetmek arzu ve gayretlerini harekete geçiriyordu. Müslümanlar, “Feth-i Mübîn”i gerçekleştirmek için pek çok teşebbüste bulundular.

Onuncu yüzyılda, en son ve mütekâmil din olan İslâmiyet'i büyük topluluklar hâlinde kabul eden Türkler, aynı şevk ve imanla, İstanbul’un fethini ulvî bir gaye olarak benimsediler. Danişmendnâme’deki gazâ menkıbeleri ve kahramanlık destanlarını okuyarak maneviyatlarını yükselten Türkler, askerî ve siyasî harekâtlar için hazırlanıyorlardı. On birinci yüzyıldan itibaren Anadolu’ya yapılan Selçuklu akınlarının hedefi, İstanbul yolunu tutmaktı. 1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu’ya yerleşen Türkler, iki yıl sonra Marmara Denizinden başka, Boğaziçi’nin Anadolu sahillerine kadar bütün yerlere hakim olup, İstanbul’u tehdide başladılar. Bizanslılar, Papa dahil bütün Hıristiyan devletlerden, Türk-İslâm fütuhatına karşı her türlü yardım talebinde bulundular. On birinci yüzyılın sonlarında, Papalığın öncülüğünde, Hıristiyanlığın mukaddes beldelerini Müslümanlardan kurtarmak ve Türkleri Anadolu’dan atmak için yapılan Haçlı seferleri, İstanbul’un fethini geciktirdi.

Osman Gazi (1281-1326) tarafından kurulan Osmanlı Devleti, hükümdar ve askerleri, hadîs-i şerîflerle müjdelenen ulvî gayeyi gerçekleştirmek şerefine mazhar olmak arzusuyla faaliyetlerde bulundular. Osman Gâzinin, ölüm döşeğinde oğlu Orhan Gazi'ye; “İstanbul’u al gülzâr et” diyerek vasiyette bulunması, İstanbul’un, gönlünde nasıl yer ettiğini göstermesi bakımından pek mânidardır.

İstanbul fethinin “ilâhî bir vaad” olduğu inancını taşıyan Osmanlılar, ısrarla bunun üzerinde durdular. 1391’de Sultan Yıldırım Bayezid Han (1386-1402), şehri kuşattı. Abluka şeklinde devam eden bu kuşatma, İstanbul’da bir Türk garnizonu, mahallesi, cami, mahkeme kurulması ve kadı (hakim) bulundurulması ile her sene on bin altın haraç verilmesi şartıyla kaldırıldı. Bu şartlardan bazılarının, Osmanlıların kuşatmayı kaldırmasından sonra Bizanslılar tarafından yerine getirilmemesi üzerine, İstanbul, 1395’te tekrar kuşatıldı. Haçlıların Niğbolu’ya gelmesi sebebiyle bu kuşatma gevşetildi. Yıldırım Bayezid Han, 1396 Niğbolu Zaferi sonunda, Bizanslıların Haçlılardan yardım almasını önlemek için Karadeniz sahilindeki Şile’yi zaptedip, Boğaziçi’nde Anadolu (Güzelce) Hisarını yaptırdı. Şehrin teslimini isteyen Bayezid Han, isteği kabul edilmeyince, kuşatmayı tekrar şiddetlendirdi. 1397’de başlayan bu kuşatma neticesinde Bizanslılar, eski antlaşma şartlarını yerine getirmeyi kabul ettiler. Yıldırım Bayezid Hanın son kuşatması, 1400’de başlayıp, Timur Han'ın (1370-1405) Osmanlı hududuna girmesiyle son buldu.

1411’de Şehzade Musa Çelebi’nin şiddetli hücum ve top ateşleriyle başlayan İstanbul kuşatması, Bizans entrikası neticesinde kaldırıldı.

1422 yılında Osmanlı Sultanı İkinci Murad Han (1421-1451) tarafından dört ay kadar süren çok şiddetli taarruzların yapıldığı kuşatmada, her türlü savaş taktiği ve zamanın teknik imkânları kullanıldı. Mihaloğlu Mehmed Bey'in, 10.000 akıncı ile başlattığı kuşatmaya, İkinci Murad Han büyük bir orduyla katıldı. Marmara’dan Haliç’e kadar bütün kara surlarının kuşatıldığı bu seferde, Murad Han, Topkapı ile Edirnekapı üzerinde taarruzlarını sıklaştırdı. Surlara yakın, kalın tahtalardan, üzeri topraklarla örtülen siperler yapıldı. Surların yüksekliğinde demir tekerlekli vasıtalarla hareket ettirilen ahşap yapılı yürüyen kuleler ile surlara yaklaşıldı. Kuvvetli topçu atışları ve lağım kazılmak suretiyle bütün imkânlar seferber edilerek kuşatma devam ettirildi. İstanbul’un düşmesi, an meselesi hâline geldi. Bizanslılar, kadını erkeği dahil bütün ahali ile şehri savundular. Meşhur Bizans entrikası tatbik edilerek, Anadolu’da Osmanlı’ya karşı ittifak tesis edilince, iki düşmanla uğraşmanın güçlüğünden, kuşatma kaldırıldı.

İstanbul’un son kuşatması Fatih Sultan Mehmed Han (1451-1481) tarafından, 1453’te yapıldı.

Osmanlı Türklerinin, Trakya, Boğaz ve Kocaeli Yarımadasını alması ile Bizans, İstanbul dahil birkaç şehirden ibaret kalmıştı. Toprak ve nüfus azlığına rağmen, Avrupa Hıristiyanlarının hâmisi durumunda olan Bizans, Papalığın da desteğini görüyordu. Bizans, kendisi için tehlike kabul ettiği Osmanlı Devletinin zararına çalışmaktan bir an geri durmuyordu. Anadolu Türk Beyleri, Bizans’ın entrikaları ile Osmanlı Devletine taarruz ediyorlardı.

Çocukluğundan itibaren devrin en büyük âlimlerinin önünde diz çöküp manevî bir terbiye alarak, millî kültür ve cihangirlik şuuru içinde yetiştirilen Fatih, daha 1444-1446 seneleri arasında İstanbul’u fethetmek ve böylece manevî müjdelere mazhar olmak idealiyle sabırsızlanıyordu. Bu sebeple, henüz on dokuz yaşındayken 1451’de ikinci defa saltanat tahtına oturur oturmaz, bu büyük idealini gerçekleştirmeye çalıştı. Fetih öncesi Bizans’ın en önemli kuvvet ve ikmal yolu olan deniz yolunu, Osmanlı kontrolü altına almak maksadıyla; Anadolu Hisarının karşısına keşfini bizzat kendisinin yaptığı Rumeli (Boğazkesen) Hisarının yapımını başlattı. Anadolu Hisarı da tamir edilip, top yerleştirildi. Hisar’ın, kulelerinin, kapı ve mazgallarının mevkileri, Mehmed Han tarafından tespit edilip, Çandarlı Halil, Zağanos ve Saruca paşaların, masrafını karşıladığı kuleler yapıldı. Rumeli Hisarının inşaatında, devlet adamları dahil, binlerce işçi ve usta sıkı disiplin altında çalışarak, memleketin her tarafından getirilen inşaat malzemeleri ile, tamamı iki bin metreyi bulan sur ve kuleler, dört ay içinde tamamlandı (1452). Firuz Ağa kumandasında dört yüz kişilik muhafaza kuvveti ve devrin en güçlü ateşli silâhı topların yerleştirildiği Rumeli hisarının tamamlanmasıyla, Boğaz’ın trafiği kontrol altına alınıp, Sultan Mehmed Hanın fermanıyla da, geçiş talimatı yayınlandı. Fermana göre; “Boğaz’dan her geçen gemi, kaleye belli mesafe yaklaştığında yelkenlerini indirerek, Hisar komutanına, nereden gelip nereye gittiğini, yükünün mahiyetini bildirecek, belli miktar vergi verecek, sonra geçmesine müsaade edilecek, aksi şekilde hareket edenler batırılacaktı”.

Bu talimata uymak istemeyen bir Venedik gemisi, topçu ateşiyle batırılınca, işin ciddiyeti herkes tarafından anlaşıldı. Bizanslılar, iyice sıkıştırılıp, dış dünyayla alâkalarının kesileceğini, Hisar’ın yapımı devam ederken anlayıp, teşebbüse geçmişlerse de İkinci Mehmed Hanın hakimiyet prensibinin esasını teşkil eden şu tarihî cevabı, Bizanslıları daha o anda şaşkına çevirmişti:

“Varna Savaşı (1444) esnasında, İmparatorunuz, Macarlarla birlik olup babamın (İkinci Murad Han) Rumeli'ye geçmesine engel olmak istediğinde, babam ne zorluklar çekmişti. Şimdi kendi arazim üzerinde, gönlümün istediğini yapmama karşı gelmeniz için elinizde ne hak, ne de kudret vardır. İki kıyı da benimdir. Anadolu kıyısı benim; çünkü ahalisi Osmanlıdır. Rumeli kıyısı da benimdir; çünkü savunmasını bilmiyorsunuz. Gidiniz, efendinize söyleyiniz, bir daha böyle haberler göndermesin!” Osmanlı Sultanı; Mora’dan gelecek kuvvetlere karşı Turhan Beyi, Avrupa’dan gelecek kuvvetlere karşı da akıncıları vazîfelendirdi. 1452-1453 kışı, Edirne’de kuşatma hazırlıkları içinde geçti. Büyük toplar dökülüp tecrübe atışları yapıldı. Balistik hesapları bizzât Fâtih tarafından yapılan topların dökümü çok kısa zamanda bitirildi.

Osmanlı sultanı, kuşatma hazırlıkları içinde iken, Bizans’a Karadeniz’den Venedik kadırgaları, Cenevizli kaptan Janni Justiniani Langus, Sakızlı Maurise Cantaneo yardıma geldi. Bizans imparatoru şehrin savunmasını Cenevizli kaptan Justiniani’ye verdi. Surun kenarlarında bulunan dolu vaziyetteki hendekler açılıp, yenileri kazıldı. Hendeklerin kazdırılmasında ağır cezalı mahkûmlar çalıştırıldı. Mezarlıklardaki taşlarla surlar takviye ve tamir edildi. Şehrin kapılarının muhafazası, Bizans'a yardıma gelmiş Venedikli ve Cenevizli komutanlara verildi. Haliç’teki meşhur zincir Venediklilere gerdirilerek şehir, deniz saldırısından korunmaya çalışıldı. Adaların tahkimi ve şehre erzak yığmakla, Bizanslılar, kuşatmaya karşı son savunma hazırlıklarını yaptılar. Bizans ordusu karmakarışık bir yapıya sahipti. Bulgar, İtalyan, Fransız, Moralı, Giritli, Alman ve İngiliz ücretli askerleriyle Bizanslılardan meydana geliyordu.

Osmanlı ordusu, bütün sefer hazırlıklarını tamamladıktan sonra 1453 yılı Şubat ayında ağır topçu grubu Edirne’den yola çıkarıldı. Toplar, Rumeli Beylerbeyi Karaca Beyin kumandasında 10.000 kişilik süvariyle iki ayda İstanbul önlerine getirildi. Anadolu ve Rumeli’deki bütün silahlı kuvvetler, Türk-İslâm âleminin her tarafından gelen şeyh, tarîkat pîrleri ve dervişleri ile Aydınoğlu, Karamanoğlu gönüllü kuvvetleri ve Osmanlı hoşgörüsüne hayran Sırp, Macar, Ulah, Alman, Latin, Rum askerlerden meydana gelen Osmanlı ordusunun mevcudu, 125.000 civarındaydı. Devrin en modern silâhlı kuvvetlerine sahip Osmanlı Sultanı İkinci Mehmed Han, yanında Akşemseddin, Akbıyık, Molla Gürânî ve Molla Hüsrev gibi büyük âlimler olduğu halde, 24 Mart Cuma günü Edirne’den hareket etti. Osmanlı kolbaşısı 1 Nisanda Çekmece’ye, 5 Nisanda İstanbul önüne ulaşıp, Bayrampaşa Deresi kenarında Maltepe sırtlarına Otağ-ı Hümâyûn kuruldu. 6 Nisan Cuma günü bütün ordusuyla İstanbul surları önünde Cuma namazını kılan Sultan Mehmed Han, kuşatma hattını kurdu. Topkapı’dan Edirnekapı’ya kadar uzanan merkez kuvvetlerinin başında, İkinci Mehmed Han ve Sadrazam Halil Paşa, Cenevizlilere ait Galata sitesi önündeki kuvvetlerin başında Vezir Zağanos Paşa vardı. Karaca, İshak, Mahmud ve Bursalı Ahmed paşalar, surları çepeçevre sarmakla vazifelendirildi. Donanmanın başında Kaptan-ı Deryâ Baltaoğlu Süleyman Paşa bulunuyordu. Vezir Mahmud Paşa, sünnet-i seniyyeye uyularak, şehrin kan dökülmeden teslimi için Bizans imparatoru On birinci Konstantin Dragazes’e elçi gönderildi. İstanbul’un derhal teslimi hâlinde kan dökülmeyeceği, ahâlinin canına, malına hürmet edileceği teklif edildi. Bizans İmparatorunun Osmanlı teklifini reddi üzerine, 6 Nisan Cuma günü harekât başlatıldı.

Osmanlı kuşatma harekâtı başladığında, İstanbul’un nüfusu yetmiş bin civarında olup, Bizans ordusu, ücretli asker ve yardıma gelen Haçlı kuvvetleriyle yirmi bin kadar asker ile elli gemiden meydana geliyordu. Osmanlı topçusunun surları çökerten, kalplere dehşet veren ateşleri, Bizans’ı iyice korkuttu. Bütün ahâlî bu durumda topyekün savunmaya iştirak etti. Beş yüz-altı yüz kilogram gelen mermi ve granit top gülleleri, yüzyıllardan beri bütün haşmetiyle uzanıp yükselen İstanbul surlarında, her patlayışta büyük gedikler açıyordu. Bu gedikler, taze kesilmiş hayvan derileri ile kaplı yün ve kumaş balyaları ile kapatılmaya çalışılıyordu. 12-17 Nisan günleri Osmanlı ordusunun, bilhassa piyadelerinin surlara yaklaşma gayretleri netice vermiyordu. Kuşatma esnasında Bizans İmparatorunun hep yanında bulunmuş olan Nicole Barbaro, günlüğünde Osmanlı askerinin surlara yaklaşma gayretlerini anlatırken:

“Surların dibine kadar sokulan bu askerler, bizim silâhlarımızın zararlarından hiç çekinmiyorlardı. Öldükleri zaman cesetleri arkadaşları tarafından geriye taşınıyordu. Bir Osmanlı ölüsünü orada bırakmamak için, on kişinin seve seve ölümü göze aldıklarını görüyorduk” diye yazar.

Bir rivayete göre Bizanslılar, açılan gedikleri onarmada kullanmak üzere, surlara yakın kiliselerden yüz kadarını yıkarak, taşlarından faydalanma yoluna gitmişlerdir.

Zamanın yaygın tekniğinden çok ileride sayılabilecek, seyyar top dökümhânesini de Sultan Mehmed Han, ordugâhın hemen yanına kurdurmuştu. Kuşatmanın onuncu gününde, büyük topların güllelerinin açtığı gediklerin Bizans müdâfilerince süratle tamir edilmesi üzerine, padişah, bu topların daha sık atışını emretti. Fakat soğumadan ikinci atış esnasında birinin namlusu parçalandı. Buna çok üzülen Sultan Mehmed Han, sabaha kadar bu işe çare düşündü. Sabahleyin, topların atıştan sonra zeytinyağı ile yağlanmasını, böylece soğutulup daha da sık şekilde atışını emretti. Bundan sonra top atışlarından çok iyi netice alındı. Makinelerin yağla soğutulması, Fatih Sultan Mehmed Hanın keşfidir.

İstanbul’un savunması ve ikmalini temin için, Papa tarafından üç Ceneviz gemisi ile bir Bizans gemisi 20 Nisan günü Zeytinburnu açıklarında rüzgârın kesilmesi ile beklemeye başladılar. 12 Nisandan beri Dolmabahçe önünde demirleyen ve 18 Nisanda adaları fetheden Osmanlı donanması, bu durumdan istifade etmek isteyip derhal o bölgeye giderek bu dört gemiyi ablukaya aldı ve deniz muharebesi başladı. Baltaoğlu Süleyman Beyin komutasındaki Osmanlı donanması, küçük gemilerden kuruluydu. Bizans gemisine kıçtan mahmuz vurulmasına rağmen kesin bir neticeye gidilemedi. Bu harbi, Zeytinburnu açıklarından at üzerinde takip eden Sultan, hırs ve üzüntüsünden atını denize sürdü. Elbiseleri deniz suyundan ıslanıncaya kadar su içinde ilerledi. Maiyeti de Sultan’a uydu. Bu halde bile donanmaya emirler gönderdi. Bu muharebede Venedik ve Bizans gemileri, Osmanlı kuvvetlerinin elinden kurtularak, o sırada çıkan uygun rüzgâr ile Haliç önlerine kadar gelerek, gerili bulunan zincirin açılması ile içeri alındılar. Muteber kaynaklara göre Osmanlı kaybı, yüz kadar şehid ve otuz yaralıydı. Bu durum, Bizans’ın moralini yükseltti. Bu harbin sonunda Baltaoğlu Süleyman Bey bu vazifeden alınıp, yerine Hamza Bey tayin edildi.

Donanmasının muvaffakiyetsizliği üzerine, Sultan Mehmed Han, Haliç’e kıyı olan İstanbul surlarının çok zayıf olduğunu bildiği için, bu zafiyetten yararlanmak istedi. Böylece Bizanslılar, kara surlarında mukavemete devam eden kuvvetlerinin bir kısmını, bu tarafa kaydırmaya mecbur kalacaklar ve kuvvet dengesi bozulacaktı. Bu maksatla tarihte eşine rastlanmayan ve bu âna kadar da bir misaline teşebbüs dahi edilmemiş, gemileri karadan yürütme işine karar verdi.

Bu plânını en yakınlarından bile gizleyip, son âna kadar kimseye sezdirmedi. Gemilerin geçeceği yol güzergâhını bizzat kendisinin tespit ettiği rivayet edilir. O zaman bağlık bahçelik ve çalılık olan yerlerden geçen bu yolu temizletip, gerekli tesviyelerini süratle yaptırdı. Bu işte binlerce insan çalıştırıldı. Yollar yapılıp, iri taşlar üzerine kalaslar döşenerek, don yağı, sâde yağ ve zeytinyağı ile yağlanarak, yolun iniş ve çıkışlı yerleri ile virajlarına işin özelliğine uygun palanga, bucurgat ve sair tespit malzemeleri yerleştirildi. Ayrıca her gemi için beşiğe benzer kızaklar hazırlatıldı. Yeteri kadar koşum hayvanı da, icap eden yerlerde bulunduruluyordu. Bazı malzemelerle zeytinyağı, o zaman Galata’da oturan Cenevizlilerden satın alınmıştı. Donanmanın büyük bir kısmı, 22 Nisanda Tophane önlerine geldiğinde, durum ancak anlaşılmıştı. Donanmanın karadan kat ettiği yolun güzergâhı, Tophâne-Kumbaracı Yokuşu-Tepebaşı-Asmalı Mescid-Kasımpaşa şeklinde tespit edilmişti. Yolun uzunluğu, 1512 metre kadardı. Gemiler Kasımpaşa’dan Haliç’e ininceye kadar, Bizans ve Cenevizliler tarafından fark edilemedi. O devirde Bizans’ta hurafe o kadar yaygındı ki, sabaha karşı gemilerin süratle Haliç’e doğru geldiğini görenler; “Bu Müslümanlar bize sihir yapıyor” diye seyre daldılar. Osmanlı donanmasından altmış yedi gemi, İkinci Mehmed Hanın bu dâhiyâne buluşu sayesinde Haliç’e girdi.

Bu işler yapılırken, bunları perdelemek ve düşmanı tespit için, Haliç’te bulunan düşman gemilerinin ateş altına alınması gerekti. Bu maksatla topçubaşına emir veren Sultan’ın aldığı cevap, top atış menzili içinde bulunan Galata ile limandaki (Galata Limanı) Ceneviz gemilerine de gülle isabet edebileceği şeklindeydi. O zaman Sultan Mehmed Han, “Cenevizlilerle ahdimiz vardır. Onlara zararımız câiz değildir” cevabını vermiş, kararını uygulayamamanın sıkıntısı ile uykusuz bir gece geçirmiş, sabaha kadar düşünerek, zamana göre çok ileri bir teknikte, bugünkü havan toplarına çok benzer, dik mermi yollu bir silâhın planını çizerek, mermi yolunun çizeceği kavsin ve menzilinin hesaplarını, yani balistik hesaplarını yaparak, ilk olarak havan topu döktürdü. Böylece, Osmanlı donanmasının Haliç’e indiği gün, havandan atılan güllelerle, Bizans donanmasına göz açtırılmadı. Donanmayı gören Bizans, büyük bir korkuya kapıldı. İmparator Konstantin Dragazes bir heyet göndererek; “Ne kadar ağır olursa olsun, bir vergi karşılığında kuşatmanın kaldırılmasını” teklif etti. Sultan Mehmed Han da; “İstanbul kalesinin teslimi karşılığında imparatora Mora despotluğunu” verebileceğini söyledi. Bizans, bunu kabul etmedi. Bu arada Bizans’ı savunmada yardımcı olan, Venedik ve Cenevizlilerin arasında, komuta ve savunma tedbirleri hususunda büyük anlaşmazlıklar çıktı. Birbirlerini kaçmaya niyetli olmakla suçlamaya başladılar. Hattâ Venedikliler, bu şüphenin kalkması için, Haliç'teki Venedik ve Ceneviz gemilerinin yelken ve dümenlerinin karaya taşınmasını teklif ettiler.

Bizans ilk korkuyu atlatınca, âni bir gece baskınıyla Osmanlı donanmasını yakmayı plânladı. Bu teklifi yapan ve icraya çok istekli olan Venedikli G. Cocco’ya vazife verildi. Buna göre hazırlanacak iki kadırga, Kasımpaşa Koyundaki Osmanlı donanması üzerine geceleyin gizlice yanaşarak yakacaktı. Bizans’ın bu kararını öğrenen Galata Belediye Başkanı Anzolo Zaciria, Bizans liman reisi Diedo’ya haber göndererek; “Bu baskını bu gece yapmayınız, başka geceye ertelerseniz Osmanlı gemilerini batırmak için bizim de geniş yardımlarımız olur” dedi. Bunun üzerine Bizans baskını, 24 Nisan yerine 28 Nisana ertelendi. Aynı Galata Belediye Başkanı, güvendiği bir adamını, Osmanlı kumandanı Zağanos Paşaya göndererek, durumu ihbar etti. Bunun üzerine, haberi gayet gizli tutan Zağanos Paşa, Kasımpaşa’daki gemilere çok sayıda tüfekli asker ve kıyı topları koydurdu. Bu baskını teklif eden Venedikli Cocco, zaferden emin bir şekilde baskına en önde katılmak isteyip, kendi kadırgası ile Türklerin üzerine saldırdı. Hazırlıklı olan Türk gemileri, derhal güllelerini atmaya başladılar ve neticede baskına gelenlerin, başta Cocco olmak üzere, hepsi kısa bir zamanda Haliç’in dibini boyladılar.

23 Nisan günü Osmanlı kuvvetleri, seri bir şekilde Haliç üzerine bir köprü kurmaya başladılar. Galata tarafında Humbarahâne ile Bizans tarafında bugünkü Defterdar arasına kurulmaya başlanan bu köprünün genişliği beş buçuk metre kadardı. Cenevizlilerden satın alınan boş şarap fıçıları ile bazı küçük kayıkların üzerine geniş kalaslar bağlanarak bir ucu serbest olarak inşa edildi. Bu köprüyü, akılları ermeyen Bizanslılar, “Su üstünde yürüme sihri!” diye değerlendirmişlerdir. Esasında bu, kendilerinin içtikleri şaraplardan boşalan fıçıların yardımıyla yapılan bir köprüydü. Bu köprü, İstanbul’un fethine kadar asker ve malzeme naklinde kullanılarak, yanlarına konan küçük toplarla, zayıf Bizans surları dövüldü.

18 Mayısa kadar kara ve denizde devam eden muharebeler, yeni bir kuşatma silâhının surların kenarında kullanılması ile tekrar kızıştı. Osmanlı kuvvetleri geceleyin, ağaçtan yapılmış, İstanbul surlarından daha yüksek, yürüyen bir kuleyi, surlara on adım mesafeye getirdiler. Sabah güneşin ilk ışıkları ile ortalığı seçmeye başlayan Bizans müdafîleri, bu yürüyen kuleden çok korktular. Bir gecede yapılan bu kulenin iskeleti, iki kat deve derisi ile kaplanıp, ateşe karşı dayanıklı olması için arası toprakla doldurulmuştu. Üst katlarına merdivenle çıkılan yürüyen kulenin gövdesinde, ateş açma pencereleri vardı. Sura yaklaşan kuledeki askerler yıkım yaparken, etraftaki askerler de hendekleri dolduruyorlardı.

23 Mayısta surlarda açılan gediklerde Bizans askerlerinin savunmada gösterdikleri yılgınlık üzerine, Sultan Mehmed Han, umumî taarruzdan evvel, imparatora bir defa daha teslim teklifinde bulundu. Bu maksatla İsfendiyaroğlu Kasım Beyi elçi gönderdi. Osmanlı elçisi, Bizans’ta imparator tarafından merasimle karşılandı. Elçi, Sultanın; “Umumî taarruzun doğuracağı felâket ve dehşeti takdir edersiniz. Şehri sağ salim bırakmak isteriz. İmparator, bütün mal ve hazineleri ile, istediği yere çekilip gidebilir. İstanbul halkından da isteyenler her şeylerini alıp gidebilir. Kalmak isteyenler de mal ve mülklerini muhafaza edebilmek hakkına sahiptirler. İmparatora, Mora Despotluğu verilecektir” şeklindeki isteklerini bildirdi. Ayrıca ve dostça, bunların kabulünü özellikle rica etti. Bu istek, uzun toplantılardan sonra reddedildi. Bizans’ın cevabı; “Sultan barış istiyorsa muhasarayı kaldırsın, ne kadar ağır olursa olsun istenen vergi verilecektir. Şehri teslim etmek yetkim yoktur” şeklinde oldu.

Osmanlı elçisinin ordugâha dönmesinden sonra, 26 Mayıs günü, Macar Kralı Vladislas’ın elçilik heyeti gelerek; “Bizans kuşatmasının kaldırılmasını, eğer kaldırılmayacak olursa, Macaristan’ın Bizans tarafında yer alacağını, ayrıca batılı Hıristiyan devletlerinin gönderdiği büyük bir donanmanın İstanbul’a yaklaşmakta olduğunu” bildirdi. Osmanlı karargâhında bazı bozguncu sözler dolaşmaya başladı. Çandarlı Halil Paşa kuşatmanın kaldırılmasına taraftardı. Sultan ve Zağanos Paşa ise umumî hücumun derhal yapılmasını istiyordu. Toplanan harp meclislerinde tereddütler hâsıl oluyordu. Sultan’ın hocası ve en büyük desteklerinden, büyük âlim Akşemseddin, Padişah’a yazdığı bir arzda “sert ve enerjik” davranılmasını öğütlüyordu. Bunun üzerine toplanan son harp meclisinde, “daha fazla beklemenin ordudaki bozguncu dedikoduları arttıracağı” düşüncesi ile derhal taarruz kararı alındı. Bu arada Zağanos Paşa, Hadım Şahabeddin Paşa, Turhan Bey, Akşemseddin ve Molla Gürânî, bu kararı destekler mahiyette asker arasında maneviyatı yükseltici konuşmalar yaptılar.

Böylece, 26 Mayıstan itibaren, Osmanlı ordugâhında büyük şenlikler başladı ve 28 Mayıs gecesi saat 24.00’e kadar devam etti. 28 Mayıs günü, günün batması ile birlikte bütün Osmanlı birlik ve gemileri, mum donanması yaptılar. Sanki Bizans bir ışık çemberi ile çevrilmişti. Her yerden, tüyleri ürperten tekbir sesleri geliyordu. Bizans halkı, bu ışık ve seslerden dehşete düştü. Sokaklar, dua eden, yalvaran insanlarla doluydu. Bizans komutanı Justiniani, gündüz göğsünden bir ok yarası aldı. Ölüm korkusuna kapılan genç ve tecrübesiz Cenevizli, yerine vekil bırakmadan komutanlık gemisine çekildi. Justiniani’nin İstanbul savunmasını terk etmesi ve Bizanslılara, herkesin başının çaresine bakıp, kiliselerde dua etme tavsiyesi, ahâlinin zaten zayıf olan maneviyatını iyice bozdu.

Gece saat 24.00’te mum donanmasının her tarafta birden bire sönmesi, Bizanslılar üzerinde daha büyük bir yıkıntı meydana getirdi. Osmanlı karargâhının sessizliği, ürpertici idi. Gece yarısından sonra Osmanlı topçusu hazırlık ateşine başladı. Mehterler cenk havalarını çalıyordu. Bizans imparatoru, kilisede yapılan âyinden dönüp, sarayında zırhını giydi. Yakınları ile vedalaştı. Surları son bir defa daha kontrol için Eğrikapı bölgesine geldi. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Osmanlı ordugâhının sessizliği, imparatoru şüpheye düşürdü. Atından inerek, surların üstüne çıkıp aşağıları dinledi. Sur dibindeki insan uğultusu, her şeyi anlatmaya yetti. Çünkü bu, Osmanlı askerinin sur dibine intikal etmekte olduğunu, sabaha umumî taarruz yapılacağını anlatıyordu. Atına binip süratle Topkapı bölgesine gitti. Bizanslı Dolfin, bu gece gördüklerini şöyle anlatıyor: “Son gece Bizans komutanları, hiç kimsenin geceleyin savundukları mevzilerden ayrılıp gitmemesi için, askerlerini tahkimatın içine kapattılar ve kapalı tahkimat kapılarının başına nöbetçi diktiler.”

29 Mayıs sabahı Sultan Mehmed Han, sabah namazından sonra, güneş yükselince, iki rekat namaz kılarak kılıcını kuşanıp, atına bindi ve gece yarısından beri surları döven Osmanlı topçusunun, hedefi iyice yumuşattığına kanaat getirerek, umumî hücum emrini verdi. Osmanlı askeri, arkadaşlarının yaralanmasına ve şehid olmasına aldırmadan “Allah Allah” nidalarıyla hücuma geçti. Ellerine geçirdikleri her türlü vasıtalarla surlara tırmanmaya çalışıyorlardı. Bu sırada Ulubatlı Hasan, otuz kadar arkadaşıyla ilk defa surlar üzerine Osmanlı sancağını dikti ise de, şehid edildi. Osmanlı kuvvetleri, muhtelif bölgelerden, dalga dalga İstanbul’a girmeye başlamışlardı. Bizans halkı, panik içerisinde sağa sola kaçışıyor, bilhassa Ayasofya’ya sığınmaya çalışıyorlardı. Türk kuvvetleri, Aksaray bölgesinde birleştiler ve Ayasofya’ya doğru ilerlediler. Kiliseye sığınmış olan ahâliye kapıları açtırdılar. Fakat, güçsüz ve acınacak durumdaki bu insan yığınına kılıç çekmediler, onlara dokunmadılar.

29 Mayıs Salı günü öğleye doğru, kır atının üstünde, yanında hocaları ve ordu kumandanları olduğu halde muhteşem bir alayla Topkapı’dan İstanbul’a giren genç hükümdar, doğruca Ayasofya’ya gitti. Fatih adıyla anılmaya hak kazanan 21 yaşındaki Sultan Mehmed Han, Bizanslıların alkış ve tezahüratı, Türk askerlerinin dört bir taraftan göklere yükselen ezan ve tekbir sesleri arasında, Ayasofya önüne geldi. Ayasofya, ağzına kadar, kadın-erkek Rumlarla doluydu. Bizanslıların hüngür hüngür ağlamalarından hasıl olan gürültüyü susturarak, sükûtu sağlayan Fatih Sultan Mehmed Han, Ayasofya’da şükür namazı kıldı. Yerlere kapanan ahâli, rahip ve eski Ortodoks patriğine karşı; “Kalkınız! Ben Sultan Mehmed, sana ve bütün ahâliye söylüyorum ki, bugünden itibaren ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda, benim gazabımdan korkmayınız” hitabında bulundu.

Cenevizliler dahil, bütün sanat ve ticaret erbabıyla ahâlinin din, mezhep hürriyeti temin edilip, sulh, sükûn sağlandı. Fatih, Ayasofya’nın içini gezerek bu mabedin Cuma gününe kadar cami hâline getirilmesini emretti. Emevîler devrinde yapılan ikinci İstanbul kuşatmasında vefat edip, surlar önüne defnedilen, Eshâb-ı kirâmdan hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin kabri, Fatih’in hocalarından Akşemseddin Efendi tarafından keşfedilip, daha sonra buraya türbe ve cami yapıldı. Nihayet Cuma günü maiyeti ile Ayasofya’ya gelen Fatih, İstanbul’da ilk Cuma namazını burada kıldı. 655’ten 1453 tarihine kadar devam eden bir idealin (Feth-i Mübîn) gerçekleştirildiği, fetihnâmelerle bütün İslâm âlemine müjdelenip dünyaya ilan edildi.

İstanbul fethedilmekle, Osmanlı Devleti toprakları arasında sıkışıp kalan, mevcudiyeti ve siyaseti ile daima bir tehlike teşkil eden, 1123 yılı İstanbul’da geçen, 1480 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu’na son verildi. Osmanlı Devletinde yükselme devri başlayıp, Cihanşümul hakimiyet fikri gelişti. İnsanlığı iman birliği içinde bir tek devlet ve hükümdar hakimiyetinde toplamak için teşebbüse geçildi.

Fethin getirdikleri:

İstanbul, 1457’deki büyük Edirne yangınından sonra başşehir olmuştur. İstanbul’un fethi, Avrupalıları, Balkanları ve hattâ Anadolu’da komşularını yüzlerce yıl Türklere karşı kışkırtan köhnemiş Bizans’ın yıkılmasını sağlamıştır. Fatih Sultan Mehmed Han, yüzyıllardır Hıristiyan âleminin doğudaki en kuvvetli dayanağını yıkarak, Türk-İslâm gücünü bütün dünyaya göstermiştir. Avrupalılar da, bu yeni gelen topluluğun, sıradan bir topluluk olmadığını anlamıştır. Ortaçağda Osmanlıları Avrupa’dan sürüp atmak için Haçlı seferleri düzenleyenler, kendi toplulukları üzerindeki tesirlerini kaybettiler. Bu tarihten sonra papalar, kendi başlarına kaldılar. Fatih Sultan Mehmed Hanın, Rumları, onların Ortodoks kilisesini ve patriğini kendi himayesi altına alması, onlara esaslı haklar vererek, vicdan serbestliği tanıması, dış âlemde de Türklere karşı olan akımları ve Bizans’ı düzeltmeye kalkışma niyetlerini önlemiş oldu. Kilise üzerindeki bu otorite, Osmanlı hudutlarını da taşarak Ortodoks olan bütün kavimlerin Osmanlı İmparatorluğuna dolaylı da olsa bağlanmasına vesîle oldu. Bu arada Sırp ve Mora despotları, Sakız ve Midilli beyleri ile Trabzon Rum İmparatoru yüksek vergiler karşılığında sulh teklif ettiler. Fetihle; o zamana kadar Akdeniz, Marmara ve Karadeniz sahillerinin ticaretini elinde tutan Venedik’in üstünlüğüne son verilmiş; Karadeniz, Osmanlı Gölü hâline getirilmiştir. İstanbul’un fethi; toplam alanı on yedi kilometre kareyi geçmeyen bir şehrin elde edilmesi değil, çağ açan ve bir çağı kapatan büyük hâdisedir. Osmanlı Devletinin çeşitli din ve ırklardan olan insanları idare etmeye başlamasıyla cihanşümullaştığı bir hâdisedir.

Çaka Bey zamanından beri Türklere denizi ve denizciliği şiddetle yasaklayan Venedik’in deniz ticareti engellenmiş, onlar da, bundan sonra korsanlığa başlamışlardır. Fetihle beraber, İstanbul, sefahat yeri olmaktan çıkarılmış, dünyanın ilim ve kültür merkezi hâline getirilmiştir. Derhal devrin ilk, orta ve yüksek dereceli öğretim müesseseleri olan medreseler kurulmuş, bunlarda ilâhiyat, hukuk, tarih, coğrafya, edebiyat, tıp, güzel sanatlar, matematik, geometri, astronomi, fizik dallarında değerli pek çok kimse yetişmiştir. Osmanlıların her gittiği yerde olduğu gibi, İstanbul’da da kütüphaneler kurulmuştur. En mühimi, bu fetihle doğudan batıya ve batıdan doğuya yapılabilecek her türlü askerî harekâta doğrudan müessir bir toprak parçası, Türklerin eline geçti.

İnsanların en büyük ihtiyacı olan hak şuuruyla adalet nizamı, Avrupa’da Hıristiyan âlemine Türk idaresi sayesinde girdi. İslâm dininin hak, hukuk ve adalet esasları, güzel ahlâk sahibi Müslümanların, İstanbul’da tesis ettiği idare sayesinde sağlam temellere dayandı. Bunu da Avrupa, İstanbul’un fethi sayesinde öğrendi. Hıristiyanlar, kadı (hakim) karşısında hükümdarla gayrimüslim bir vatandaşın bile muhakeme edildiğine, İstanbul’un fethinden sonra İslâm ve Türk adaletinin sarsılmaz kaidelerine şahit oldular.

Fatih Sultan Mehmed Hanın genç yaşında, balistik hesaplarını bizzat yapıp, döktürdüğü toplar, zamanın en büyük ve tesirli silahıydı. Topçuluk tekniğinin, dünya tarihini değiştirecek ilk büyük zaferi, İstanbul’un fethidir. Avrupa kralları, top sayesinde, otoritelerini hiçe sayan, ahâliye esir muameleleri yapan derebeylik (feodalite) usulünü kaldırdılar. Merkezî otorite kuvvetlenip, millî birlik esasına göre kurulan devletler, Avrupa haritasında kalıcı sınırlar meydana getirdiler. Hıristiyan Avrupa’da kültür ve medeniyet gelişti. Doğu ticaret yollarının bütünüyle Türk ve İslâm ülkelerinin eline geçmesi, Avrupalıları, ihtiyaçlarını temin için yeni yollar aramaya sevk etti. Ticarî yollar aramak için keşiflere çıktılar. Yeni ülkeler keşfettiler. Gemicilik gelişip, denizaşırı ülkelere açıldılar. Keşif ve buluşlarda bulunulup, teknik, kültür ve medeniyette büyük gelişmeler oldu.

İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel

Vur pençe-i Âlî’deki şemşîr aşkına
Gülbang-ı âsmânı tutan pîr aşkına

Ey leşker-i müfettihü’l-ebvâb vur bugün
Feth-i mübîni zâmin o tebşîr aşkına

Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilâl içün
Gelmiş bu şehsüvâr-ı cihangîr aşkına

Düşsün çelengi Rum’un, eğilsün ser-i Firenk
Vur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına

Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr-i hücûm içindeki Tekbîr aşkına.

Göktürkler


Göktürkler



I.Göktürk Hakanlığı - Doğu Göktürk Hakanlığı
Batı Göktürk Hakanlığı - II.Göktürk Hakanlığı


Asya "Büyük Hun" imparatorluğundan sonra, her bakımdan temsil ettiği Türk kültürü itibariyle 2. "süper" Türk imparatorluğu niteliğinde olan Gök-Türk hakanlığı, "Türk" sözünü ilk defa resmî devlet adı olarak benimsemekle bütün bir millete ad vermek şerefini kazanmış, Doğu Sibirya'daki Yakut Türkleri ile batıda Ogur (Bulgar) Türklerinin bir kısmı dışındaki Türk asıllı bütün kütleleri kendi idaresinde birleştirmiştir. Hakanlığın yıkılmasından sonra bir yelpaze gibi açılarak dört tarafa yayılan çeşitli Türk zümreleri gittikleri yerlerde 'Türk" adını ve Gök-Türk idarî, siyasî ve iktisadî geleneklerini yaşatmışlardır. Yine bütün bu Türklerin tarihinde Gök-Türk teşkilatının, edebiyatının, töre ve hayat telakkisinin izleri görülmüştür. Gök-Türklerden sonraki çağlarda, R Türkçesi (Ogur lehçesi) müstesna, bütün Türk lehçe ve ağızları Gök-Türk Türkçesi'nin damgasını taşır. Doğudan batıya:Orta Asya, Türkistan, Maveraünnehir, Kuzey Hindistan, İran, Anadolu, Irak, Suriye ve Balkan Türkleri, Gök-Türkler yolu ile Türk'tür.

Bizim bugün diğer Türk devlet ve zümrelerinden ayırdetmek üzere Gök-Türk (Kök-Türk) dediğimiz bu topluluk ve devletin adı "Türk" veya "Türük" idi. Ancak, kitabelerin bir yerinde kendini Gök-Türk olarak tanıtmıştır ki, "Gök'e mensup, ilahî Türk" manasına gelen bu tabir V. Thomsen'e göre hakanlığın parlak devresine işaret etmekte olmalıdır (herhalde Mu-kan Kağan zamanı).

Gök-Türk hakanlığı çağında, daha doğrusu 6.-9. asırlarda Orta Asya'da tarihî rol oynayan toplulukların, çeşitli adlar altında gruplaşan Tölesler olduğu anlaşılmaktadır. Türkçe Töles kelimesi ihtimal "asıl, kök, temel" manalarına gelmektedir. Bk. L. Bazin, Les Calendriers..., s. 661, 667.

Töles (Tölös, Tolis, Çince'de T'ie - lo, T'ieh - le)'ler, Çin kaynaklarında eski Hun boylarından olarak zikredilen ve bütün Orta Asya'ya yayılmış kalabalık Türk kütleleri bütünüdür. Sui-shu (Çin Sui hanedanının - 581 - 618-yıllığı)'da 50 kadar kabilesi sayılmakta ve şöyle sıralanmaktadır: l'i Baykal gölünün kuzeyinde, 5'i Tola ırmağı kuzeyinde, 5'i Tanrı dağları kuzey eteğinde, 9'u Altaylar'ın güneybatısında, 4'ü K'ang (Semerkant havalisi) "krallığı"nın kuzeyinde, 10'u Seyhun boyunda, 4'ü Hazar'ın doğusu ve batısında, 6'sı Fu-lin(Bizans)'in doğusunda" . Ancak Baykal gölünden Karadeniz'e kadar yayılan bu toplulukların hepsini de Türk menşeli saymak doğru olmasa gerektir. En batıda gösterilen bazılarının (mesela Alanlar) İranlı oldukları biliniyor. Wu-hun (=Ugor)'lar da Urallı bir kavim grubudur .Ayrıca Ogur boylarının da T'ieh-le'ler olarak zikredildiği anlaşılmaktadır. Töles boylarının, taşıdıkları adlar henüz tamamen çözülememiş olmakla beraber, Hunlardan geldikleri ve umumiyetle dil ve örflerinin Gök-Türklerinkinin aynı olduğu belirtilmiştir' ". Bazı Çin kayıtlarına göre, Tabgaçlar devrinde (386-534), yüksek tekerlekli araba kullandıklarından dolayı Kao-kü (Chao-ch'e = yüksek tekerlek) diye adlandırılan bir kısım Töles kabileleri diğer Türkler gibi kendilerini kurt ata'dan türemiş kabul ederlerdi. Ayrıca, T'ang-shu (Çin T'ang sülalesi -618-906- yıllığı)'da da 15 Töles kabilesinin adlan verilmiştir. Gök-Türk hakanlığı zamanında Orta ve Doğu Asya'da gruplaşan Tölesler ile diğer ilgili bölgelerdeki topluluklar şunlardır:

1. Tarduş (Çince'de Sie Yen-t'o, Hsieh Yen-t'o. Hsie/ = Sir/ Yen-t'o = Tarduş?) lar .Töles kabilelerinden bir grup (herhalde Tarduş: Hakan Tar-du'nun unvanı ile anılanlar: Batı Gök-Türk'leri= On-oklar) Altaylar'ın batısında oturmakta olup Töleslerin en zengin ve kuvvetlileri olarak gösterilirler.

2. Uygurlar. Töleslerden bir kütle. Tola ırmağının kuzey sahasında yer almışlardı.

3. On-0klar (ihtimal "Tarduş" diye de adlandırılan Töles grubu), Altaylar'dan Seyhun (Sır-derya) yakınlarına kadar uzanan geniş bölgede görünüyorlar. Çu ırmağı - Isıkgöle göre, 5'i doğuda To-lu (sol kanat), 5'i batıda Nu-çi-pi (sağ kanat) adı ile 10 kabileden kurulu olup, "Batı Gök-Türkleri" diye de anılmışlardır. Türgişler (aş.bk.) To-lulardan idiler. Ayrıca bunlar-dan bir kısmı Çu-yüe (Çiğil?) ve Ç'u-mi (Çumul) adları ile anılan Türk kabileleri ile birlikte 630'u takip eden yıllarda, Gök-Türk hakanlığının fetret devresinde, Beş-balık civanndaki kurak bozkırlara çekilmişler ve Şa-t'o (Çince çöl veya Türkçe sadak? Veya Çiğil'ler?) adını almışlardır.

4. Karluklar. Altaylar'ın batısında idiler .

5. Oğuzlar (630'dan sonra bu adla ortaya çıkan Töles boyları.) Selenga ırmağı - Ötüken bölgesinde oturuyorlardı.

6. Doğu Avrupa'da Türk toplulukları: Avarlar, Hazarlar, Ogurlar, Peçenekler ve ihtimal Kıpçak-Kumanlar vb.

7. Kırgızlar. Baykal'ın batısında, Yenisey nehrinin kaynakları bölgesinde idiler .

8. Basmıllar (Çince'de Pa-si-mi). İdi-kut(hükümdar)'unun Türk olduğu belirtilen bu kavmin aslen yabancı olup, Türklerle karıştığı ileri sürülmüştür. Daha ziyade îç-Asya'da Beş-balık havalisinde görünmektedirler.

9. K'i-tan, Tatabı, Dokuz-Tatar, Otuz-Tatar gibi Moğol soyundan kabileler doğu bölgesinde Kerulen ve Onon nehirleri havalisinde bulunuyorlardı.

Ancak, hatırlatmak gerekir ki, bütün bu topluluklar, zaman zaman yer değiştirmekte, arada bir çözülen boylardan yeni birlikler meydana gelmekte, hülasa oynak kütleler teşkil etmekte idiler. Yine görülmektedir ki, Tarduş, Uygur, On-ok, Oğuz, Ogur, Hazar vb. gibi isimler Türk soyundan gelen kütlelerin türlü teşkilatlanmalar dolayısıyla aldıkları adlardan ibarettir. "Türk" de, bilinen manası ile önceleri belirli bir topluluğun (Aşına ailesi etrafında toplananların) adı iken sonraları yaygınlaşmıştır.

Gök-Türkler, Çin kaynaklarının açıkça belirttikleri üzere, Asya Hunlarından iniyorlardı Başbuğ ailesi olan Aşına soyunun bir dişi kurttan türediğine dair o çağda pek yaygın olduğu anlaşılan rivayetler Gök-Türklerin erken tarihini efsanelerle karıştırmaktadır. Ancak kurttan-türeme geleneğinin Asya Hunları arasında da mevcut olması ve kurt ata'nın Türkleri dar, geçilmez yollardan selamete ulaştırdığı (Bozkurt Destanı'nın aslı) rivayetinin Hunlarda görülmesi Gök-Türklerin Hunlara nispetini ortaya koymaktadır. Aşına ailesinin, yalnız bir erkek çocuk hayatta kalmak üzere, katliama uğramış olduğu rivayeti , Tsü-kü (aslında Asya Hun devletinde bir unvan) adlı Hun ailesine mensup Meng-sün tarafından kurulan Kuzey Liang Hun devletinin (yk. bk.) 439'da Tabgaçlar tarafından yıkılması hadisesine bağlamak mümkündür. Sui-shu (Çin yıllığı, 581-618)'ya göre, bu Hun devletinde idareyi elinde tutan Tsü-kü(Chü-ch'ü)'ler imha edildiği zaman A-shih-na (Açına) kolu 500 ailelik bir kütle halinde, Kan-su bölgesinden göçerek, Juan-juanlara sığınmışlardı. Gök-Türklerin nüvesini teşkil ettiği belirtilen ve Meng-sün'ün oğlu An-çu ve sonra torunu Şu'nun öldürülmesi üzerine önce Hsi-hai'da iken sonra Altaylar'a nüfuz eden bu kütle, Chü-ch'ü (Tsü-kü)ler yolu ile de Asya Hunlarına bağlanmaktadır ve hatta, bu kısa göç hareketini idare eden Aşına soyunun, Güney Hun tanhuları yolu ile Mo-tun'un mensup olduğu ünlü T'u-ko (Tu-ku) ailesinden gelmesi kuvvetle muhtemeldir . Kurt ata inancı dolayısıyla Gök-Türk hakanlık belgesi, altından kurt başlı sancak (tuğ) olmuştur.

Lozan Antlaşması

Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin, milletlerarası planda resmen tanındığı antlaşma.

24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lausanne (Lozan) şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, Rusya, Yugoslavya temsilcileri tarafından, Lozan Üniversitesi salonunda imzalandı.

Osmanlı Devleti'ni yıkıp, topraklarının paylaşılması için çıkartılan Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sonunda başlatılan Türk İstiklâl Harbinden sonra, işgalci devletler ile 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Mütarekesi (ateşkesi) imzalanmıştı. İşgalci devletler ile kesin bir antlaşma yapılması için, Türkiye, 4 Ekim 1922 tarihindeki notasıyla, görüşmelerin İzmir’de başlatılmasını istedi. İşgalci devletler, İzmir’de Yunan mezalim ve tahribatını görmezlikten gelmek için, İsviçre’nin Lausanne şehrini tercih etti. Konferansın 13 Kasım 1922’de başlayacağını ilan edip, Türkiye’de iki hükümet olduğu telakkisiyle, görüşmelere katılması için Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi ve İstanbul’daki Osmanlı Sultanı Altıncı Mehmed Hana (Sultan Vahideddin Han) müracaat ettiler. TBMM, bu duruma son vermek için, 1 Kasım 1922 günü çıkarılan iki maddelik bir kanunla, Saltanat ve Osmanlı Hükümetinin, 16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilâf devletlerince resmen işgalinden itibaren kaldırıldığını kabul ve ilan etti. 600 yıldan fazla hükümran olan Osmanlı Hânedânına son verilerek, Lozan Konferansına TBMM hükümeti, tek başına katıldı.

13 Kasım 1922’de başlayacağı ilan edilen konferans, 20 Kasım'da başlatıldı. Lozan Konferansında TBMM’ni, Hâriciye Vekili (Dışişleri Bakanı) ve Edirne Mebusu İsmet Paşa (İnönü) başmurahhaslığında, Sıhhiye Vekili (Sağlık Bakanı) ve Sinop Mebusu Dr. Rıza Nur, Trabzon Mebusu Hasan Bey (Saka) murahhaslar, yirmi dört müşavir, sekiz kâtip, bir mütercim, gazeteciler ve askerlerden meydana gelen heyetle temsil etti. İngiltere heyetini İstanbul fevkalâde komiseri Sir Horas Rumbolt ve Musul Petrol İşletmesi Şirketinin idare heyeti başkanı Lord Curzon; Fransa adına Şark Fevkalade Komiseri General Pelle; İtalya’yı İstanbul Fevkalade Komiseri Marki Camille Garoni ve Sezar Montanya; Japonya’yı Roma Büyükelçisi Baron Hayaşi, Baron Uçiyai; Yunanistan’ı Elefteryos K. Venizelos ve Demeter Kaklamanos; Romanya’yı Konstantin Dimondy, Konstantin Konseska; Sırp-Hırvat-Sloven Krallığını Dr. Milotin Yuvanoviç; Bulgaristan’ı Bogdan Morfot, Dimitri Stanciof, M.Stambulhu, M.Kinstantoderof; Rusya adına M.Çiçerin, M.Rekefski ve M. Medivani; Portekiz’i M. M. Pereyre; Belçika’yı M. Beletzer ve Amerikan müşahitlerinden M. Caylnd, M. Gru ve Amiral Bristol temsil edip, katıldılar. Konferansa, ev sahibi olarak, İsviçre Cumhurbaşkanı Hab, başkanlık yaptı. 21 Kasım 1922’de, konferansta görüşülecek meseleler için komisyonlar kuruldu. Askerî ve Arazi Komisyonu Başkanlığına Lord Curzon; Azınlıklar ve Yabancılar Komisyonu Başkanlığına Marki Garroni; Malî ve İktisadî Komisyon Başkanlığına Fransa temsilcisi M. Barriere seçildiler.

TBMM’nin Lozan Konferansındaki programı, 28 Ocak 1920 günü, son Osmanlı Mebuslar Meclisi'nin kabul ettiği Misak-ı Millî (Millî And) hükümleriydi. Bu hükümler şunları ihtiva ediyordu: 1) Musul, Kerkük ve Süleymaniye ile, 2) Batı Trakya’nın Anavatan’a katılması; 3) Kapitülasyonların kaldırılması; 4) Azınlıklara üstün haklar verilmemesi; 5) Boğazlar ile İstanbul’un emniyetinin sağlanıp, bütünüyle hakimiyetimizde kalması.

Görüşmeler, ilk hafta dostça geçti. İkinci hafta, devlet borçları, kapitülasyon, Musul vilayeti ve İstanbul’un boşaltılması meselelerinde, anlaşmazlık çıktı. TBMM heyetine, İngiltere Murahhası Lord Curzon ve Yunanistan Murahhası Elefteriyos Venizelos, çok zorluk çıkardılar. 4 Şubat 1923 tarihinde görüşmeler kesilerek, heyetler geri döndüler.

20 Kasım 1922 - 4 Şubat 1923 tarihleri arasında devam eden Birinci Lozan Konferansında, 30 Ocak 1923’te Türkiye ile Yunanistan arasında “Esirlerin Değiştirilmesi” hakkında mukavele imzalandı.

Birinci Lozan Konferansında; 1) Edirne’nin İstasyon Mahallesi Karaağaç, Yunanlılara bırakıldı. 2) Karadeniz’den Akdeniz’e kadar Türkiye ile Bulgaristan ve Yunan hudutları, askersiz hâle konuldu. 3) Türkiye-Irak hududunun tespiti, Milletler Cemiyeti kararına bırakıldı. 4) Türkiye’ye verilen İmroz (Gökçeada) ve Bozcaada ile, Yunanistan’da kalan Limni, Midilli, Nikarkarya, Sakız, Sisam adalarının askersizleşmesi kararı verildi. 5) Rodos ve Oniki Ada’nın İtalya’ya bırakılması kabul edildi. 6) İstanbul ve Çanakkale boğazlarının iki yakasından on beşer kilometre derinliğindeki bölgelerin askersiz olması; Trakya’daki 8000 kişilik Türk jandarma sayısının 5000’e indirilmesi kararlaştırıldı. 7) İstanbul’da 12.000 asker bulunduracak olan Türkiye’nin; Boğazlar Komisyonuna başkanlık etmesi ve boğazlardan geçişin serbest bırakılması kararlaştırıldı. 8) Kapitülasyonların kaldırılmasına karar verildi. 9) Azınlıklara verilen hakları, Türkiye’nin, Milletler Cemiyeti kefaletinde tanıması kararlaştırıldı. 10) Borçlar meselesinde Türkiye’nin, hissesine düşen onbeş milyon altın lirayı, otuz yedi yıl içinde ödemesine karar verildi. 11) Yunanistan’dan hiçbir harp tazminatı istenmemesi, karara bağlandı.

4 Şubat 1923’te kesilen görüşmeler, İngiltere ve Fransa’daki asker ailelerinin tesiriyle meydana gelen umumî efkârın (kamuoyunun) arzusu üzerine, TBMM murahhasları Lozan’a davet edilerek, yeniden başlatıldı. 23 Nisan 1923’te başlayan ve 23 Temmuz’a kadar üç ay süren İkinci Lozan Konferansında; TBMM murahhasları aynı kalmasına rağmen müşavir heyetinde değişmeler oldu. İngiltere ve İtalya başmurahhasları değişip, ABD de, bir murahhas gönderdi.

İkinci Lozan Konferansı; 1) Arazî ve siyasî, 2) Malî ve yabancıların oturma hakları, 3) İktisadî işlere ait olmak üzere, üç komisyon biçiminde çalışarak, maddelerin görüşülmesini sıraya koydu. Uzun müzakereler ve arada yine görüşmelerin kesilmesine yol açan, çetin münakaşalar oldu. İngiltere’nin ısrarıyla, yine bir “Ermenistan kurulması” hususu öne sürülerek; Doğu Anadolu’da veya Suriye hududunda (Adana ile Maraş ve Gaziantep’te) dünyanın çeşitli yerlerine dağılıp yurtsuz kalan Ermeniler için “Yurt” verilmesinde, Fransızlar da talepte bulundu. Türk karasularına yakın ufak ve kayalık Meis Adasının Türkiye’ye ait olduğu ısrar edilmişse de, İtalyanlar, burayı işgallerinde tutmakta diretmişlerdir. Bir de Tuna Irmağı yatağındaki, 5000 Türk-İslâm nüfuslu Adakale, Romanya’nın ısrarı üzerine onlara bırakıldı. TBMM'nin, ısrar edip, murahhaslara talimat verdiği Yunanistan’dan tamirat adı ile harp tazminatı alınması isteği de, şiddetle reddedilerek, “Yoksul Yunanlılar”ın bunu veremeyeceğine karar alınmış, ancak Karaağaç İstasyonu Türkiye’ye geri verilmiştir.

Lozan Antlaşması, Lozan Üniversitesi salonunda, 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Türkiye, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika devletleri ve Boğazlara ait mukavelenâme bölümünü Sovyet Rusya murahhası, İstanbul’da imza etmiş, bütün müzakerelere katıldığı hâlde Yugoslavya heyeti, borçlar meselesinde, ülkelerine düşen hisseye itiraz ettiğinden anlaşmayı imzalamamıştır. Lozan Antlaşmasının TBMM’de görüşülüp, kabul edilmesi için partisiz Birinci dönem Mebuslar Meclisi yerine, ikinci dönemde Halk Fırkasının adayları seçilerek, 11 Ağustos'ta tek parti mensubu mebuslar Ankara’da toplanarak, 21 Ağustos’ta antlaşmanın kabulü için çıkarılacak kanun taslağının görüşmeleri başladı. Lozan Antlaşmasının tasdiki için çıkarılacak kanun görüşülürken, mevcut 227 mebustan 213’ü kabul ve 14 mebus red oyu vermiştir. İtirazlarına sebep de, Mersin mebusu, Türklerin Yüreğir boyu hânedânına mensup Niyazi Ramazanoğlu’nun, İskenderun ile Antakya’yı, Halep ile Rakka’nın dışarıda bırakılarak, yüz binlerce Türkmen’in Fransa boyunduruğunda bulundurulmasını tenkit etmesi idi. Bursa mebuslarından Necati Bey de, Boğazlar ve Batı Trakya meselelerinden şikâyetle itirazlarda bulundu. Eski Maarif vekillerinden Vasıf Çınar, Tekirdağ mebusu Faik Öztrak, Şükrü Kaya, Yahya Kemal, Hamdullah Suphi Beyler ve red oyu veren on dört milletvekili; İstanbul’da Rum Patrikhanesi'nin imtiyazlı durumunu, gayrimüslimlere vatandaşlığın da üstünde olan dokunulmaz haklar tanınmasını, Yunanistan’dan hiç tazminat alınmayıp, Türkiye’ye ait Edirne-Karaağaç İstasyon Mahallesiyle yetinilmesini tenkit ediyorlardı. Malatya mebusu İsmet Paşa, 23 Ağustos 1923 günü sabah ve öğleden sonraki iki oturumda, Lozan Antlaşması görüşmelerinde karşılaşılan büyük güçlükleri ve getirdiği iyilikleri anlatan izahlarda bulundu. 23 Ağustos gecesi, geç vakitte yapılan oylamada Lozan Antlaşması, TBMM tarafından ekseriyetle kabul edildi. TBMM, söz konusu antlaşmayı, çıkarılan, 340, 341, 342, 343 numaralı kanunlarla tasdik etti. Bu antlaşma, 19 Ağustos 1924 tarihinde yürürlüğe girdi.

Yeni Türk Devleti temsilcileri, Lozan’a giderken son Osmanlı Mebuslar Meclisinin aldığı Misak-ı Millî kararlarını kabul ettirmek ve gerçekleştirmekle vazifeliydiler. Ancak, bunlardan hemen hemen hiç biri Türkiye lehine halledilmediği gibi, verilen tavizlerden de gereği gibi faydalanılamadı. Bunlardan önemli olanları:

1. Musul meselesi: İngilizler, Musul’un arazisinden ziyade petrollerine tâlip bulunuyorlardı. Ancak, İnönü’nün, öncelikle toprağa hakim olması gerekirken, petrollerde ısrar etmesi, İngiltere’nin reddine ve meselenin hallinin Milletler Cemiyetine bırakılmasına yol açtı. Milletler Cemiyeti ise, Musul’u Irak’a teslim ederken, Türkiye’ye Musul petrollerinden, yirmi beş sene müddetle ve sadece yüzde on gibi cüz'i bir hisse verdi. Ancak Türkiye, ileriki senelerde bu hisseyi de almaya muvaffak olamadı. Irak ise, başlangıçta petrollerin gelirini İngiltere’ye bırakmakla birlikte, kısa bir süre sonra, bu hakların tamamına el koydu.

2. Batı Trakya ve Ekalliyetler (azınlıklar) Meselesi: Sevr Antlaşması ile, Türkiye toprakları işgal altına alındığında, ilk önce istiklal mücadelesini başlatan ve bir hükümet kurmağa muvaffak olan, Batı Trakya Türklüğü idi. Ancak onların Yunan hakimiyetinden kurtulmak için giriştikleri kanlı mücadele dikkate alınmadan, Batı Trakya, Lozan’da feda edildi. Bu arada İstanbul’da yaşayan Rumlarla Batı Trakya’da yaşayan Türkler dışında, Türkiye’deki bütün Rumlarla Yunanistan’daki bütün Türkler değiştirilecekti. (Bkz. Ahali Mübadelesi) “Ekalliyetlerin himâyesi” bölümünde yer alan bu haklardan, Yunanistan azami ölçüde istifade ederken, Türklerin hiç işine yaramadı. Batı Trakya Türklüğü, unutulmaya ve Yunanlıların insafına terk edildi. Neticede, aradan geçen 70 yıl içerisinde, Batı Trakya’da Türkler, çoğunluktan azınlık durumuna düşürüldüler.

3. Batum Meselesi: Misak-ı Millîye göre, Batum’un geleceği, halkın oyuna müracaatla belirlenecekti. Batum, Birinci Dünya Harbi sonunda imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması'yla da Anavatan’a kavuşmuştu. Ancak, Moskova Antlaşmasıyla cüz'i bir yardım karşılığı Ruslara bırakılan Batum için, Lozan’da en küçük bir girişimde dahi bulunulmadı.

4. Kıbrıs ve 12 Adalar meselesi: Ayastefanos Antlaşması'nın ağır hükümlerini atlatabilmek maksadıyla, İkinci Abdülhamid Han, vaktiyle, geçici olarak Kıbrıs’ın idaresini İngilizlere bırakmıştı. Birinci Dünya Savaşının başlarında İngiltere, Kıbrıs’ı tek taraflı olarak ilhak ettiğini bildirdi. Türkiye’nin tanımadığı bu ilhak kararı, Lozan Konferansına kadar problem olarak kaldı. Lozan Muahedesinin 20 ve 21. maddeleriyle, Türk murahhasları, bu ilhakı kabul ve tasdik ettiler.

Yine Ege Denizindeki, Türkiye’ye yakın 12 adanın İtalyanlara terki de, aynı şekilde meydana geldi. Daha sonra İkinci Dünya Harbinde Almanların işgaline uğrayan bu adalar, Türkiye’ye teklif edilecek, fakat, o zaman Türkiye’nin başında bulunan İnönü tarafından reddedildikten sonra, Yunanlıların hakimiyetine verilecektir.

Neticede, Lozan'ın bir zafer olmadığı ve hezimet olduğu, her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır.

Büyük Selçuklular


Büyük Selçuklu Devleti

Kuruluşu



Selçuklular, Türk-İslam devletlerinin en büyüklerindendir. Oğuzların Üçoklar kolunun, Kınık boyuna mensupturlar. Onuncu yüzyılın sonu ile onbirinci yüzyılın başlarında İslamı kabul ettiler. Selçuklular; Çin'den, Batı Anadolu dahil bütün Ortadoğu ülkeleri, Akdeniz sahilleri, Kuzeybatı Afrika, Hicaz ve Yemen'den Rusya içlerine kadar yayılan hakimiyetin, muazzam bir kültür ve medeniyetin temsilcisidir.

Devlete adını veren Selçuk Bey, Aral Gölü ile Hazar Denizi arasına hakim olan Oğuz Yabgu Devletinin kumandanlarından Dukak Subaşı'nın oğludur. Dukak ölünce, 17-18 yaşlarındaki Selçuk Bey subaşı oldu. Genç yaşına rağmen yüksek mevkilere ulaşan Selçuk Bey'in devamlı artan bir itibara sahip olması, Yabgu ve eşini telaşlandırdı. Onu başlarından atmak için çare aramaya başladılar. Öldürülmekten çekinen Selçuk Bey, kabilesiyle birlikte oradan ayrıldı. Güney yoluyla, muhtemelen 985 yılı sıralarında, Seyhun nehri kenarında bulunan Cend şehrine geldiler. Bölge ve şehir, İslam ülkelerine geçişte hudut durumundaydı.

Selçuk Bey'in idaresindeki Türkler, kısa zamanda İslamı kabul ettiler. Bu durum, Yabgu ile aralarını iyice açtı. "Müslümanlar, gayri müslimlere haraç vermez" diyen Selçuk Bey, Yabgu'nun haraç memurlarını kovdu ve bağımsızlığını ilan etti. Gayri müslim Türklere karşı savaşmaya başladı. Selçuk Bey'in, bağımsızlığını ilan edip, Yabgu'ya haraç vermeyerek, müslüman olmayanlarla mücadeleye girişmesi, çevrede tanınıp itibar kazanmasına yol açtı. Oğuz Yabgusuna karşı olan Türkler, etrafında toplandı. Müslümanlardan da destek alan Selçuk Bey, Müslüman olmayan Türkler üzerine yaptığı seferlerle şöhret kazandı. Onun bu şöhreti, Maveraünnehir'de üstünlük sağlamaya çalışan müslüman devletlerden birisi olan Sâmânîlerle anlaşmasını sağladı. Sâmânî sultanı, Selçuk Beye, devlet sınırlarını diğer Türk akınlarına karşı korumasına karşılık, Buhara yakınlarındaki Nür kasabasına yerleşme izni verdi.

Selçuk Bey; Mikâil, Arslan, İsrafil, Yusuf ve Musa adlarındaki oğullarıyla Büyük Selçuklu Devletinin temelini atıp, Tuğrul ve Çağrı adında iki torun bırakarak, yüz yaşlarında vefat etti. Selçuk Bey'in büyük oğlu, Tuğrul ve Çağrı beylerin babası olan Mikâil, babasının sağlığında ölmüştü. İkinci büyük oğlu olan Arslan Bey, babasının yerine geçti. Yabgu ünvanını alarak, Selçuklular da denilmeye başlanan ailesini teşkilatlandırdı. Karahanlılar'ın Sâmânî Devletine son vermesi üzerine, Özkend'den kaçan Sâmânî şehzadelerinden İsmail Muntasır'ın, Arslan Yabgu'ya sığınması, Karahanlılarla aralarının açılmasına sebep oldu. Arslan Yabgu komutasındaki Selçuklular, Karahanlılar karşısında başarılı muharebeler yaptılar.

Selçuklular'ın güçlenmesi, bölgenin hakimi Karahanlılar ile Gaznelileri zor durumda bıraktı. Karahanlı-Gazneli işbirliğiyle 1025'te Arslan Yabgu, Gaznelilerce yakalanıp, Hindistan'daki Kâlencer Kalesine hapsedildi. Bu hadiseden sonra, Selçuklularla Gazneliler arasında açık bir mücadele başladı. Onun esareti yıllarında Selçuklular, ortak hükümdar sistemiyle yönetildi. Musa'yı yabguluğa, Yusuf'un oğlu İbrahim'i de yınallığa getirdiler. Mikâil'in oğulları Tuğrul ve Çağrı beyler, amcalarının hakimiyetini tanımakla birlikte, ayrı bölgelerde yaşamaya başladılar.

Mahir süvarilerden oluşan Selçuklular, kalabalık hayvan sürüleri ve atları için, bol otlaklı, geniş yaylalar aradılar. Bu amaçla zaman zaman, komşuları Karahanlılar ve Gaznelilerin sınırlarına taşıp, yerli halkın şikâyetlerine sebep oldular. Onların bu durumunu kendileri için tehlikeli gören Karahanlılar, Selçuklu ailesi içinde karışıklık çıkarmak istedilerse de başaramadılar. Üzerlerine kuvvet gönderildi. Hattâ Yusuf Bey öldürüldü. Musa Yabgu ile birleşen Tuğrul ve Çağrı beyler, Karahanlı kuvvetlerini yenerek, Yusuf Bey'in intikamını aldılar. Siyasî durum iyice gerginleşti. Bölgede değişiklikler oldu. Bir baskınla Selçuklular bir hayli zayiata uğratıldılar. Bunun üzerine Çağrı Bey, dağılan Selçuklulardan üç bin kişilik bir süvari kuvvetiyle, Gazneli mukavemet mevkilerini aşarak, Doğu Anadolu sınırlarına kadar gitti. Van Gölü havzasından, kuzeyde Tiflis'e kadar uzanan bölgede keşif harekâtı yaptı. Ermeni ve Gürcü kuvvetlerini yenerek, bölgenin otlak ve yaylaklarının keşfiyle, gerekli siyasî, etnik, kültürel ve askerî stratejik bilgileri topladı. Bizans şehirlerine girdi. Keşif harekâtı neticesinde, bölgenin, Selçukluların yerleşmesine müsait olduğunu tespit ederek Tuğrul Bey'e bildirdi.

Selçukluların esir yabgusu Arslan, 1032 yılında, Hindistan'da hapsedilmiş bulunduğu Kâlencer Kalesinde ölünce, Gaznelilerle ilişkiler daha da bozuldu. Musa Yabgu ile yeğenleri Çağrı ve Tuğrul beyler kumandasındaki Selçuklu ve Türkmen güçleri, bölgenin en stratejik mevkiinde yer alan ve Gaznelilere ait olan Horasan'a ani bir taarruzla girerek, Merv, Nişabur ve Serahs havalisini ele geçirdiler. Gazne sultanı Mesud, Selçukluları tanımak zorunda kaldı. Musa Yabgu'ya, Tuğrul ve Çağrı beylere bulundukları yerlerin valiliklerini verdi. 1035 yılında yapılan bu antlaşma, dört ay gibi kısa bir süre devam etti. Yeniden başlayan Gazneli-Selçuklu mücadelesi, daha da şidetlendi. Selçuklular, hafif süvari kuvvetleriyle, Gaznelilerin fillerle takviye edilmiş, ağır techizatlı, çoğu piyadeden meydana gelen ordusuna, gerilla savaşlarıyla çok kayıp verdirdiler. 1038 yılında Serahs civarında yapılan savaşta, Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğradı. Gazneli Sultan Mesud, büyük bir devlet adamı, cesur bir kumandan olmasına rağmen, bu yenilgiden sonra Nişabur'u Selçuklulara bırakıp, kesin sonuç alınacak büyük savaşı devamlı geciktirdi. Tuğrul Beyin üvey kardeşi İbrahim Yınal, 1038'de Nişabur'u alıp, Tuğrul Bey adına hutbe okuttu. Nişabur'a gelen Tuğrul Beyi muhteşem bir törenle karşıladı. Tuğrul Bey Sultanü'l-Muazzam (Büyük Sultan), Çağrı Bey de Melikü'l-Mülük (Hükümdarların Hükümdarı) ünvanını aldı. Büyük Selçuku Devleti'nin kuruluş ve istiklâlini (bağımsızlığını) ilan ettiler. Selçuklu-Gazneli mücadelesi, 23 Mayıs 1040 Dandanakan Meydan Savaşı ve Selçukluların üstünlüğü ele geçirmesiyle neticelendi.

OĞUZ KAĞAN DESTANI

4. OĞUZ - KAĞAN'IN ÇOCUKLUĞU

"Türk mitolojisinde kahramanlar, 'üç' veya 'yedi' günde konuşurlardı":

Az önce, Müslüman olmuş Türklerin Oğuz-Kağan destanlarından söz açarken, Oğuz-Kağan'ın üç günde konuşmağa başladığını belirtmiştik. İslâmiyetin tesirleri görülmeyen, Uygurca Oğuz Kağan destanında da, aynı şeyleri görüyoruz. Ama, yukarıda da dediğimiz gibi, eski Türk efsanelerinde büyük kahramanlar çoğu zaman "Yedi günde kendilerine gelir ve kırk gün sonra da bir delikanlı gibi hayata başlarlardı". Nitekim Uygurların Oğuz Destanı, Oğuz'un küçüklüğünü şöyle anlatıyordu:

Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü,
İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü.
Pişmemiş etler ister, aş yemek ister oldu,
Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu.
Ansızın dile geldi, şiirler düzer oldu,
Aradan kırk gün geçti, oynaşır, gezer oldu.

Geldi ana göğsünü, aldı emdi sütünü,
İstemedi bir daha, içmek kendi sütünü.
Pişmemiş etler ister, aş yemek ister oldu,
Etraftan şarap ister, eğlenmek ister oldu.
Ansızın dile geldi, şiirler düzer oldu,
Aradan kırk gün geçti, oynaşır, gezer oldu.

"Türkler yemeklerini, ilk çağlardan beri pişirerek yerlerdi":

Türkler herhalde, tarihten çok önceki çağlarda bile, yemeklerini pişirerek yemeğe başlamışlardı. Nitekim, Göktürklerin Çin kaynaklarında bulunan ilk efsaneleri de, "İlk Türk Atasının, ateşi icât ettiğini ve yemekleri pişirmeği öğrettiğini," söylüyordu. Sibirya'nın tundralarında yaşayan geri halklar, Türklere nazaran çok daha sonraki çağlarda yemeklerini pişirip, yemeği öğrendiler. Nitekim, Fin'lerle Macar'ların ataları olan Batı Sibiryalılar, kendi atalarının çiğ et yediklerini söylerler ve bununla öğünürlerdi. Onlar, daha güneylerindeki Ortaasya Türk halklarına, "yemeklerini pişirenler" derler ve kendilerini, onlardan ayırırlardı. Gerçi bu Sibirya halkların da, sonradan yemeklerini pişirmeğe başlamışlardı. Ama, zaman zaman bu eski hatıraları yadetmek için "çiğ et yeme törenleri" yapmağı da, ihmal etmezlerdi. Türk mitolojisinde, Türk çiğ et yediğine dair, elimizde hiçbir delil yoktur. Ama büyük kahramanlar, o kadar korkunç idiler ki, zaman zaman çiğ et bile yerlerdi. Onun için Oğuz-Kağan'ın, çiğ et istemesinin sebebi de, bundan ileri geliyordu.

"Oğuz-Han'ın vücudu, güçlü ve korkunç hayvanlara benzetilirdi":

Dede Korkut masallarında da büyük kahramanların yürüyüşü, arslanlara benzetilmiş ve vücut yapıları da, korkunç hayvanlar gibi anlatılmışlardı. Oğuz-Kağan destanında da, az da olsa bunları görmüyor değiliz. Uygurların Oğuz destanı, Oğuz-Kağan'ın şeklini, şöyle anlatıyordu:

Öküz ayağı gibi, idi sanki ayağı,
Kurdun bileği gibi, idi sanki bileği.
Benzer idi omuzu, ala samurunkine,
Göğsü de yakın idi, koca ayınınkine!


Destana göre, Oğuz'un elleri ve pençesi, ayının büyük ve güçlü pençesini andırıyordu. Ama kurdun bileği başka idi. Kurt, yeryüzündeki hayvanlar içinde, koşma bakımından, en dayanıklı hayvandı. Bir türlü yorulma bilmezdi. Bileği ince idi. Fakat o ince bilekli kurdun pençesi korkunçtu. Bir samur büyüklüğündeki, kıllı omuzlar ve ayının göğsü gibi, gergin ve şişkin ğögüsler, Oğuz-Kağan'ın bir insan olarak ne derece güçlü olduğunu anlatmağa yarayan sözlerdi.

"Oğuz-Kağan'ın vücudu niçin "tüylü" idi":

Eski Türkler, "ilk insanın, tüylü olduğuna inanırlardı." Altaylarda yaşayan birçok efsanelerde, bu konu ile ilgili, sayısız örneklere rastlıyoruz: "Tüylere kaplı olan ilk insan, Tanrı'ya karşı günah işlemiş ve bundan dolayı da tüyleri dökülmüştü. Tüyleri dökülünce de insanoğlu, bir türlü hastalıktan kurtulamamış ve ölümsüzlüğü elinden kaçırmıştı. (Bir söylenişe göre) Tanrı, insanı yaratırken şeytan gelmiş ve insanın üzerine tükürerek, her tarafına pislik içinde bırakmıştı. Tanrı da, insanın dışını içine, içini de dışına çevirmek zorunda kalmıştı. Bu suretle insanın içinde kalan şeytanın pisliği ve tüyler, insanoğlunun ruhunu ve ahlâkını kötü yapmıştı. İnsanın gerçi dışı, Tanrı yapısı idi ve güzeldi ama; içi şeytan tarafından kirletilmiş ve şeytana benzer, bir özelliğe bürünmüştü". Bu sebeple Oğus destanında, bu çok eski Türk inançlarının izlerini de buluyoruz. Çünkü Oğuz-Kağan, bizim gibi tüysüz değil; her tarafı kıllarla dolu ve fevkalâde bir yaratıktı:

Bir insan idi fakat, tüyleri dolu idi,
Vücudu kıllı idi, çok uzun boylu idi.
Güder at sürüleri, tutar, atlara biner,
Daha bu yaşta iken, çıkar, avlara gider.
Geceler günler geçti, nice seneler doldu.
Oğuz da büyüyerek, bir yahşi yiğit oldu!


5. OĞUZ - KAĞAN'IN GENÇLİĞİ

Türk mitolojisinde büyük kahramanların, çocukluk ile gençliğini birbirinden ayıran, bazı önemli, çağlar vardı. Altay efsanelerinde bu çağ, daha çok "Ad koyma" töreni ile başlardı. Adı olmayan bir çocuk, henüz daha yetişkin bir genç ve kahraman sayılmazdı. Bir gencin ad alabilmesi de, kolay bir iş değildi. Elbette adsız bir insan olamazdı. Her çocuğa Türkler, doğuşundan itibaren bir ad verirlerdi. Fakat bu ad, onun gerçek adı ve ünvanı sayılmazdı. Hatta Türkler kahramanlarına, her yeni bir başarı üzerine, yeni bir ad daha verirlerdi. Daha yüksek bir rütbeye terfi eden kimseler bile, yeni memuriyet unvanı ile beraber, ayrıca bir ad da alırlardı. Bu sebeple Çin kaynakları, bu bakımdan bize bir çok güçlükler çıkarmışlardır. Meselâ, büyük bir komutan veya Kağan'ın, bir gençlik adı vardır. Geçliğinde büyük şöhret elde eden bu komutanlar, Çin kaynaklarında çoğu zaman, gençlik adları ile adlandırılırlardı. Zaman zaman bunlar, bazı savaşlar dolayısı ile yeni ünvanlar alırlardı. Fakat Çin kaynaklarında bu Türkler, gençlik ve olgunluk adları ile geçince, tarihçeler için, kimin kim olduğunu anlamak, adetâ çok güç bir hale girer. Bu sebeple Oğuz Han'ında, gerçek bir ad ve unvan alabilmesi için, büyük bir kahramanlık ve başarı göstermesi lâzımdı. Eski Türk tarihinde de, "Baş kesmeyen ve kan dökmeyen" şehzadelere, gerçek adları verilmezdi.

6. OĞUZ'UN BİR GERGEDAN ÖLDÜRMESİ

"Oğuz korkunç bir gergedan öldürerek, erginliğini ispat etmişti":

Bunun içindir ki, Oğuz-Kağan, insanları ve sürüleri yiyen bir gergedanı öldürür ve milletini, büyük bir belâdan kurtarır. Eski Türkler, karanlık ve sık ormanlara da saygı gösterir ve hatta onlara tapılanırlardı. Türk tarihinde, yeni tahta çıkan hükümdarların, bir orman dikerek, kendi adlarına yetiştirdikleri de görülmemiş değildir. Nitekim Oğu-Kağan destanında da, Oğuz'un yurdunun yanında büyük bir orman ve içinde de bir "gergedan" yaşardı. Destan bu olayı şöyle anlatıyordu:

Bir büyük orman vardı, Oğuz yurdundan içre,
Ne nehir ırmaklar, akardı bu orman içre.
Ne çok av hayvanları, ormanda yaşar idi,
Ne çok av kuşları da, üstünde uçar idi.
Ormanda yaşar idi, çok büyük bir gergedan,
Yer idi yaşatmazdı, ne hayvan ne de insan!
Başardı sürüleri, yer idi hep atları,
Yokluk verir insana, alırdı hayatları!
Vermedi hiçbir zaman, insanoğluna aman!

Hepimiz biliyoruz ki, Ortaasya'da "gergedan" yoktu. Türklerin gergedan görmüş olmaları da, pek ihtimal dahilinde değildi. Ama gergedanın, çok korkunç bir hayvan olduğu kulaktan kulağa, Ortaasya'ya kadar gelmiş ve Türk mitolojisinde de gerekli yerini almıştı. Gergedanın yaşadığı bölgeler, Çin'e yakın olan bölgelerdi. Fakat Çinliler de gergedanın esas şeklini bilmiyorlardı. Çinlilere göre, "Gergedan, burnunun ucunda sivri boynuzu bulunan, bir geyikten başka birşey değildi". Ama gergedan, Çin'de büyük bir öneme sahipti. Çünkü Çin İmparatorları ile büyük komutanlar, zırhlarını gergedan derisinden yaparlardı. Bu bakımdan onlar gergedanın derisini ve dolayısı ile, bu hayvanın büyüklüğünü de tasavvur edebiliyorlardı. Gergedan motifi bakımından Türk mitolojisine, Çin tesirleri de olabilirdi. Fakat gergedanla ilgili bilgiler Türklere daha çok Batı Türkistan ve Hindistan yolu ile gelmişti. Türkler gergedana "kıyant" derlerdi. Bu söz de, Hindistan ile Batı Türkistan'da yayılmış bir deyimdi. Oğuz-Kağan, kendi milletine bu kadar zarar veren gergedanı duyunca, onu avlamak ister ve yola çıkar. Destan Oğuz'un yıla çıkışını şöyle anlatıyordu:

Oğuz-Kağan derlerdi, çok alp bir kişi vardı,
Avlarım gergedan: diye o yere vardı.
Kargı, kılıç aldı, kalkan ile ok ile,
Dedi: "Gergedan artık, kendisini yok bile!
Ormanda avlanarak bir geyiği avladı,
Bir söğüt dalı alıp, bir ağaca bağladı.
Döndü gitti evine, sabah olmadan önce,
Tam tan ağarıyordu, geyiğine dönünce,
Anladı ki gergedan, geyiği çoktan yuttu,
Geyiğin yerine de, büyük bir ayı tuttu.
Belinden çıkararak, altın bakma kuşağı,
Ayıyı astı yine, o ağaçtan aşağı,

Tabiî olarak efsaneye göre, gergedan ayıyı da yutmuştu. Çok iyi biliyoruz ki gergedan, otla geçinen bir hayvandır. Halbuki gergedanı yakından tanımayan Türkler, onun et yediğini zannediyorlardı. Çünkü onlara göre, bütün korkunç hayvanlar et yerler ve etle beslenirlerdi. Oğuz'un belindeki kuşağı altındı. "Kuşak, Türkler için çok önemli bir hükümdar sembolüdür". Çünkü her hükümdarın belindeki kemerin altın olması, onun hükümdarlığını gösteren bir sembol ve belirti idi. Oğuz-Kağan, daha gençliğinde bu kuşağı kuşanmış ve hükümdarlığa hazırlanmıştı. Öyle öyle anlaşılıyor ki Oğuz-Kağan gergedana büyük bir tuzak kurmuş ve onu, bu yolla avlamak istemişti. Fakat gergedan, her defasında bu tuzağa düşmeden, gelip, avını almasını bilmişti. Bunun için Oğuz, başka yol görmemiş ve bizzat kendisi, gergedanın karşısına çıkarak, onu öldürmek zorunda kalmıştı. Destan bu korkunç vuruşmayı da, şöyle anlatıyordu:

Yine sabah olmuştu, ağarmıştı çoktan tan,
Oğuz baktı ki almış ayısını gergedan.
Artık bu durum onu, can evinden vurmuştu,
Ağaca kendi gidip, tam altında durmuştu!
Gergedan geldiğinde, Oğuz'u görüp durdu,
Oğuz'un kalkanına, gerilip bir baş vurdu!
Kargıyla gergedanın, başına vurdu Oğuz!
Öldürüp gergedanı, kurtardı yurdu Oğuz!
Keserek kılıcıyla, hemen başını aldı,
Döndü gitti evine, iline haber saldı!

"Altay Türk efsanelerindeki kahramanlar da, boynuzlu" canavarlar öldürürlerdi":

Oğuz-Kağan'ın korkunç bir canavar öldürerek, kendi yurdunu kurtarması, Türk mitolojisinin ilk ve son motifi değildir. Bu motif, dışarıdan gelmiş bir tesire de bağlanamaz. Gerçi Türkler gelişip yayıldıktan sonra, "gergedan" gibi korkunç hayvanların bulunduğunu da duymuşlar ve efsanelerini bu yeni bilgilere göre anlata gelmişlerdi. Fakat bu olayın kökleri, çok eski Türk inançlarından ve efsanelerinden geliyordu. Nitekim, Altay efsanelerinde de, buna benzer olaylar görüyoruz. Bu efsanelerdeki kahramanların, öldürdükleri canavarlar da, "boynuzlu" idiler. Bu efsanelerden birini, çok kısa olarak özetleyip, aşağıda verelim:

Yedi gün geçmişti ki, oğlan başladı işe,
Demir beşiği kırdı, kendini attı dışa.
Yedi dağı dolaştı, yedi geyik avladı,
Boynuzlarını yonttu, birbirine bağladı.
Öyle bir yay yaptı ki, kirişsiz olmaz idi,
Böyle büyük yaya da, her kiriş uymaz idi.
Duydu bir hayvan varmış, çok büyük bir canavar!
"Bari gideyim", dedi, "Belki derisi uyar!"
Oğlan göklere gider, devlerle de savaşır,
Büyük bir dağa çıkar, canavara ulaşır,
Bu ne müthiş hayvandı, bir dağa yaslanmıştı,
Bir dağa da yatmıştı, upuzun uzanmıştı.
Oğlana bakaraktan, sanki göz kırpıyordu,
Uzun boynuzlarıyla, gökleri yırtıyordu!...

Bu Altay efsanesi, tam bir mitolojidir. Çünkü efsanenin kahramanı, atı ile göklerde uçar ve göğün katlarını gezerek, canavarı aramağa koyulur. Oğuz-Kağan destanındaki canavar, Oğuz yurdunun hemen yanındaki bir ormanda yaşamaktadır. Altay efsanesindeki canavar ise, göklerin derinliğindeki, efsanevî dağların ve göllerin içinde yaşar.

"Müslüman Türkler, Oğuz-Kağan'ın gençliğini mitolojiden kurtarmak istemişlerdi":


Müslüman Türkler, Oğuz-Han'ın ad alması için, böyle bir kahramanlık yapmasını gerekli görmemişlerdi. Oğuz-Han, kendi adını kendi vermiş ve bütün Oğuz milleti de, onun bu arzusuna uymuşlardı. Efsaneler, onun ad alışını şöyle anlatıyorlardı:

Büyük toy yapılırdı, eski Türk âdetince,
Böyle ad seçilirdi, çocuğun kudretince,
Kara-Han atlar kesti, Oğuz ad bulsun diye,
Çağırdı hep Türkleri, yurdu şen olsun diye.
Oğuz-Han birden bire, adım Oğuz'dur dedi,
Beklemedi kimseyi kendi adını verdi,
Ne kadar Türk var ise, hepsi şaşa kaldılar,
Bu Tanrı sözü deyip, buyruğa katıldılar.

Bundan da anlaşılıyor ki Oğuz-Han'ın daha çok küçük yaşta iken kendi adını koyması, milletince bir Tanrı buyruğu gibi kabul edilmişti. Daha sonraki Türk efsanelerinde olduğu gibi burada, gök sakallı bir ihtiyar görülmüyordu. Oğuz-Han, Tanrının gönderdiği gök sakallı elçilerin yerine bizzat geçmiş ve kendi adını, kendisi vermişti. Daha sonraki Oğuz destanının parçaları sayılan "Dede Korkut" hikâyelerinde, çocukların adları, genel olarak "Dede Korkut" un kendisi tarafından verilirdi. Anadolu Masallarında ise gök sakallı ihtiyarlar ile "Hızır" ın ve hatta "Dede Korkut" yerine, ihtiyar dervişler geçmişlerdi.

7. OĞUZ KAĞAN'IN EVLENMESİ


Müslüman Türkler Oğuz Kağan'ı, normal bir insan gibi kabul etmişler ve onu, öylece evlendirerek, bir yuva kurdurmuşlardı. Halbuki İslâmiyetin tesirleri görülmeyen Oğuz destanlarında, durum daha başkadır. Uygurların Oğuz destanına göre Oğuz Kağan, "Gökten inen göğün kızı ve yerdeki bir ağaç koğuğundan çıkan, yerin kızları ile evlenmiş" ve bu yolla soyunu meydana getirmişti. Burada artık Oğuz-Kağan destanı, bir destan değil; daha çok, gerçek bir mitoloji halinde idi. Öyle bir mitoloji ki, Türklerin dünya görüşlerini, uzay anlayışlarını ve dolayısı ile, Cihân hakimiyeti hakkındaki düşünce ve isteklerini, hep kendisinde topluyordu. Oğuz-Kağan, mitolojik bir Türk hükümdarı idi. Yeryüzünü zaptetmiş ve büyük bir devlet kurmuştu. Bu olay, tıpkı bir tarih gibi anlatılıyordu. Aynı zamanda destanda, bir hikâye çeşnisi de vardı. Ama Oğuz destanı, Binbir Gece Masalları gibi, hayal mahsülü ve uydurulmuş, bir masal değildi. Oğuz-Kağan destanı, Türklerin düşünüş, inanış ve binlerce seneden beri gelişerek, olgunluğa erişmiş fikirlerinin, bir özeti gibi idi. Fikirler, düşünceler ve semboller, tarih olayları ile anlatılmışlardı. Oğuz-Kağan da, hatunları da, çocukları ve akınları da, hepsi birer sembolden başka şeyler değil idiler. Oğuz-Kağan'ın gökten inen kızla evlenişini, Uygurların destanı şöyle anlatıyordu:

8. OĞUZ'UN, GÖĞÜN KIZI İLE EVLENMESİ

Oğuz-Kağan bir yerde, Tanrıya yalvarırken,
Karanlık bastı birden, bir ışık düştü gökten,
Öyle bir ışıktı ki, parlak aydan, güneşten.
Oğuz-Kağan yürüdü, yakınına ışığın,
Gördü, oturduğunu ortasında bir kızın.
Bir ben vardı başında, ateş gibi ışığı,
Çok güzel bir kızdı bu, sanki Kutup yıldızı!.
Öyle güzel bir kız ki, gülse, gök güle durur!
Kız ağlamak istese, gök de ağlaya durur!
Oğuz kızı görünce, gitti aklı beyninden,
Kıza vuruldu birden, sevdi kızı gönülden.
Kızla gerdeğe girdi, aldı dilediğinden!

Eski Türklere göre, hem gök ve hem de yer, kutsal idiler. İran'da ve Avrupa mitolojisinde olduğu gibi, yer kötülüğün ve fenalığın bir sembolü değildi. Ama gök, yerden daha önemli idi. Bu sebeple Oğuz-Kağan ilk önce, gökten inen kutsal kızla evlenmişti. Daha sonraki Altay efsanelerinde de, buna benzer motifler görüyoruz. "Altay dağlarının vadilerine sıkışmış kalmış olan bu Türkler, büyük devlet kuramamışlardı. Onların, ne Kağanları ve ne de hükümdarları vardı. Bu Türkler arasında, kağanların yerlerini, Şamanlar alıyorlardı". Çünkü, cemiyet içinde söz ve güç sahibi olanlar, Şamanlar idiler. Bu sebeple Şamanların soyları da, eski Türk Kağanları gibi kutsal ve gökten geliyorlardı. Bu efsaneye göre: "Şamanların atası olan büyük bir Şaman, gökle yerin kızı ile evlenmiş ve onlardan, Altay Şamanları türemişti. (Bazıları da), gökle suların kızları ile evlenmişlerdi". Bütün bunlar bize gösteriyor ki, belirli mitoloji motifleri, her bölgeye ve çağa göre değişiyorlar; fakat ana özelliklerini kaybetmiyorlardı. Bundan sonra da Oğuz-Kağan, yerin kızı ile evlenir. Destanlar, Oğuz-Han'ın bu ikinci hatunu buluşunu da, şöyle anlatırlar:

Büyük (Asya) Hun İmparatorluğu

Türk göçlerinin doğu yönünde devam ettiği asırlarda Çin'de kurulan Chou devletinin (M.Ö. 1050-256) Türklerle ilgisi üzerine dikkat çekilmiş, hükümdar sülalesinde Gök dini, Güneş ve yıldızların kutlu sayılması gibi inançlarla, askerî kuvvette harp arabalarının bulunması ve devletin daha çok Türklerle meskûn bölgede (Şensi, Batı Şansi, Kansu) kurulmuş olması çeşitli ilim dallarından bazı bilginleri (F. Hirth, B. Karlgren, Ed. Chavannes, J. C. Anderson, R. Wilhelm, W. Eberhard vb.) bu hanedanın aslen Türk olabileceği, veyahut devlette Türk unsurunun hakim bulunduğu düşüncesine sevk etmiştir. Bununla beraber, aslında daha ziyade Türk kültürü tesiri fazla belirli bir Çin devlet ve cemiyeti gibi görünen Chou devletine ait bu faraziye kesinlik kazanıncaya kadar Asya Türk tarihini Hunlarla başlatmak yerinde olacaktır.

Çin kaynaklarında M.Ö. 4. asırdan itibaren Türklerle birlikte Moğol, Tunguz soyundan bazı grupların başındaki "Kuzey barbarları hanedanı"nı belirlemek üzere Hiungnu (Hsiungnu) diye anılan kütlenin hangi soydan oldukları hakkında türlü görüşler ileri sürülmüştür: Bu görüşlerde, eskiden, Çin kaynaklarının Hiungnularla ilgili olarak verdikleri örf, adet ve ekonomik faaliyetlere ait iyi incelenmemiş bilgi dikkate alınmış, son zamanlarda ise hayli ilerleyen dil ve kültür araştırmaları esas teşkil etmiştir. Bunlara göre, Hiungnular Türk'tür (J. De Guignes, 1757; J. Klaproth, 1825; F. Hirth, 1899; J. Marquart, 1903; P. Pelliot, 1920; 0. Franke, 1930; Gy. Nemeth, 1930; McGovern, 1939; R. Grousset, 1942; W. Eberhard, 1942; B. Szasz, 1943; L. Bazin, 1949; F. Altheim, 1953; H.V. Haussig, 1954; W. Samolin, 1958; 0. Pritsak, 1959; G. Clauson, 1960 vb.). K. Shiratori (62) önce Türk kabul etmiş, sonra(63) da Moğol olduklarını söylemiştir(64). L. Ligetiye göre Hiungnuların kimliğini tespit etmek müşküldür. A. v. Gabain(66) Türk-Moğol karışımı oldukları fikrindedir. Her ne kadar, Hiungnuların büyük imparatorluğunda Türkler yanında Moğol, Tunguz vb. yabancı kavimlerin de yer almaları tabiî ise de, devleti kuran ve yürüten asıl unsurun Türk olduğunda şüphe yoktur. Bu devlette, aslında orman kavmi olan Moğol ve Tunguz değil Türk bozkır kültürü hakim olup(68) Gök Tanrı'ya inanılıyor (aslında totemci olan Moğollara Tanrı sözü sonra Türklerden intikal etmiştir. Aile, "baba hukuku" üzerine kurulu bulunuyordu.

Nihayet Hiungnu devletinde idareci zümre ve hanedanın dili Türkçe idi Siyasî ve kültürel münasebetler vesilesi ile Çin yıllıklarında Hiungnu dilinden zapt edilen şu kelimeler: Tanrı, kut, börü, il (el), ordu, tuğ, kılıç vb. Türkçe olup Türk dilinin en eski yadigarlarındandır . Ve nihayet devletin sahipleri kendilerine, Türkçe'de "kavim, halk" manasından olan "Hun" (Khun=/tü/ı) diyorlardı . "Hun" adı, bir görüşe göre, M.Ö. 1. bin başlarında Kwan, Gun, 5. asırdan önce Kun, 43. asırlarda ise Khun telaffuz edilmişti. Ağırlık merkezinin, Orhun-Selenga ırmaklan ve Türklerce kutlu ülke sayılan Ötüken havalisi Orhun ırmağı üzerindeki Karakum ile Ordos bölgesi arasında bulunduğu anlaşılan Hun siyasî birliğinin kesin tarihini M.Ö. 4. asırdan itibaren takip etmek mümkün olmaktadır. Hunlarla ilgili en eski yazılı vesika olarak M.Ö. 318 yılında yapılan bir anlaşma zikredilmiştir. O zaman Chou iktidarının zayıflaması sonucu meydana çıkan 14 kadar büyük derebeyliğin mücadele sahası olan Çin'de birbirleri ile savaş halindeki bu feodal "muharip devletler"den Ch'in (Ts'in)'in gittikçe kuvvetlenmesinden endişelenen komşu beş "krallık" (derebeylik) zikredilen yılda Hun birliği (Hiungnu) ile ittifak antlaşması yapmıştı. Hunlar daha sonra Çin topraklarında baskıyı artırdılar. Mahallî hanedanlar, uzun müdafaa savaşları sırasında, korunmak maksadı ile, meskûn sahaları ve askerî yığınak yerlerini surlarla çeviriyorlardı. Chou'lardan iktidan M.Ö. 256'da tamamen devralan Ch'in devleti (Şensi'de)'nin ünlü hükümdarı Shihhuangti (M.Ö. 247-210) kuzey taarruzlarına karşı sınırlarını büsbütün kapamak için, surların iç kısımlarını yıktırarak elde ettiği malzeme ile dış surları birbirine bağlamak ve boş yerleri tamamlatmak sureti ile meşhur Çin Seddi�nin (15 m. yükseklik, 9 m. genişlik, düz bir hat halinde uzunluk 1845 km.) meydana getirdi (M.Ö. 214)Böylece Çinlilerin en tesirli korunma tedbiri aldıklarına kanaat getirdikleri bu sırada iki mühim hadise vukua geldi: Çin'de uzun müddet dirayetli imparatorlar yetiştiren Han sülalesi (İlk Han, M.Ö. 206-M.S. 22, İkinci Han M.S. 24-220)'nin kurulması ve Hun devletinin başına da Mo-tun (veya Maotun, Mavdun; eski okunuşlar: Moduk, Meitei, Mote, Mete)' un geçmesi (M.Ö. 209).

Çin kaynaklarında Hunların Tuku (=Türk?) adlı aile veya kabilesine mensup olduğu bildirilen Mo-tun (Beğtun), kendi oğlunu tahta getirmeği tasarlayan üvey anasının teşviki ile babası T'uman tarafından tahttan mahrum bırakılması teşebbüsü karşısında, emrindeki demir disiplin altında yetiştirilmiş 10 bin atlı ile katıldığı bir sürek avında Tuman'ın öldürülmesi üzerine Hun hükümdarı ilan edilerek (M.Ö. 209-174), Hun dilinde "imparator" manasında "sonsuz genişlik, yücelik, ululuk" ifade eden ve Asya Türk devletlerinde 6 asır kadar kullanılan Tanhu (türlü okuyuşlar: Tanju, Jenuye, Şanu ve son olarak, aynı Çince işaretin bugünkü söylenişi ile Şanyü, Şany) unvanını aldı(78). Devletini yeniden düzenledi ve kendisini iyi tanımadıkları anlaşılan Tunghu'lann (doğudaki Moğol-Tunguz kabileler birliği) ısrarla toprak talepleri karşısında savaş açarak onları perişan etti. Böylece hakimiyetini kuzey Peçili'ye kadar genişlettikten sonra, Orta Asya'da Tanrı dağlarıKansu havalisindeki, Hind-Avrupa menşeli sanılan Yüeçi (Yüehch'ih)leri (79) mağlup etti (M.Ö. 203). O sırada Hun devleti "Sol Bilge elig'i"nin Shangku'da "Sağ Bilge elig'i"nin Shangkün(Şensi)'de ikamet ettiği tahmin edildiği bu dönemde Mo-tun, daha sonra, Çin topraklarına yöneldi, 3 yıl kadar sürdüğü anlaşılan (201-199) bu savaşlarda Mai, Taiyuan bölgelerini zapt etti. Han sülalesinin kurucusu împarator Kaoti (M.Ö. 206-195)'nin 320 bin kişilik ordusunu, Paiteng'de bozkır usulü sahte ric'at gösterisi ("Turan Taktiği) ile çember içine aldı. İmparator, bozkır bölgelerinin Hun devletine terki, yiyecek ve ipek verilmesi ve yıllık vergi şartları ile kendini ve ordusunu kurtarmağa muvaffak oldu 81. Doğu Asya tarihinde iki büyük devlet arasında akdedilmiş ilk milletlerarası mukavele olduğu belirtilen bu andlaşma82 (M.Ö. 201) gereğince Mo-tun'un bir Çin prensesi ile de evlenmesi sonucu Çin ile dostluk havası içinde, împaratoriçe Lü (M.Ö. 195-179) ve împarator Wenti (M.Ö. 179-157) zamanlarında da devam etmiş olan ticarî münasebetler geliştirilirken, Mo-tun, Baykal gölü kıyılarından İrtiş yatağına kadar olan bozkırları ve daha batıdaki Tingling'ler, bazı Ogur (Hochieh = 0k'ue) kollan ile meskûn araziyi, kuzey Türkistan'ı zaptetti ve oradaki Yüeçi'lerin komşusu Wusun'lan himayesine aldı. Bu suretle büyük Hun hükümdarı o çağda Asya kıtasında yaşayan Türk soyundan hemen bütün toplulukları kendi idaresinde tek bayrak altında toplamış oluyordu. împaratorluk sınırlarının doğuda Kore'ye, kuzeyde Baykal gölü ve Ob, îrtiş, îşim nehirlerine, batıda Aral gölüne, güneyde Çin'de Wei ırmağı Tibet yaylası Karakurum dağları hattına ulaştığı bu tarihlerde Hunlara tabi olanlar arasında Moğollar, Tibetliler, Tunguzlar ve Çinliler de vardır. Mo-tun tarafından Çin hükümetine gönderilen M.Ö. 176 tarihli mektuptan anlaşıldığına göre, yalnız îç Asya'da Türk devletine bağlı kavim ve şehir devletçiklerinin sayısı 26 idi ve hepsi, Tanhu'nun ifadesi ile "yay geren"lerle "tek bir aile" halinde birleşmişlerdi.

Mo-tun M.Ö. 174 yılında öldüğü zaman, sivil ve askerî teşkilatı, iç ve dış siyaseti, dini, ordusu, harp tekniği ve sanatı ile yüksek vasıflı bir cemiyet halinde, daha sonraki bütün Türk devletlerine örnek olan, tarihi kesin ilk Türk siyasî teşekkülü; "Büyük Hun Devleti" kudretinin zirvesinde bulunuyordu. Görüldüğü üzere bu devlet, idaresindeki kısıtlı tarım sahalarına karşılık, daha ziyade, otlağı bol, besiciliğe elverişli bozkırlar bölgesinde kurulmuştu. Ekonomisinin temeli başta at olmak üzere, hayvan yetiştiricilik idi. Buna göre sosyal durumu da, toprağa bağlı "köylü" kültüründeki geniş arazi sahibi Çin "gentry" tabakası ile köle sınıfından çok farklı idi. Ne malikanelere, ne de toprak kölelerine rastlanmayan Hun bölgelerinde halk, kan akrabalığı ile birbirine bağlı ailelerin meydana getirdiği sosyal ve siyasî birlikler olarak disiplinli ve kendilerini müdafaa için daima silahlı kabileler (boylar) halinde yaşıyor ve devlet bu kabile birliklerinin (budunlar) kendi aralarında sıkı işbirliği yapmalarından doğuyordu. Devlet, bu kuruluşu icabı ve bilhassa ordunun Mo-tun tarafından tanziminden sonra merkezden idare edilen bir "askerî teşkilat" niteliği kazanması sebebi ile askerî karakterde idi ve gerekli şartlar (bozkırda eğitilmiş olmak, at ve silah) hazır olduğu için de fütuhata açıktı. Bu yönden de "köylü" Çin devletinden ayrılıyordu. Çin'de esas rejim "feodalite" olduğu halde , Hun devletinde merkeziyetçilik dikkati çekecek kadar belirli idi. Küçük memurlar ve bazı müşavirler belki Çinli idi, fakat emirlerindeki silahlı kuvvetlerle aynı zamanda birer kumandan olan bütün yüksek görevliler ile birinci derecede sorumlu makam sahipleri hep Hun asıldan oldukları gibi, devlet teşkilatının da (mesela, sağ-sol veya doğu-batı taksimatı vb.) Çinlilik ile hiç ilgisi yoktu. Mo-tun tarafından gerçekleştirilen ve toplulukta kabilecilik gayretlerini kırarak adeta devlete millî topluluk havasını getiren ordudaki 10'lu tertip de Türk idi . Esasen devletin millî karakterinin korunmasına dikkat edildiğine dair bazı davranışlar göze çarpıyordu: Mesela Paiteng'de imparator idaresindeki Çin ordusunu kuşatan Mo-tun'un, Çin içlerine dalarak bozkırdan uzaklaşmasına zevcesi ve herhalde devlet meclisi tarafından engel olunmuştu. înanç yönünden de ne Moğol totemciliği, ne de Çin toprak tanrıcılığı ile ilgisi bulunmayan bozkır Türk Gök-Tanrı itikadındaki Hun devleti'nin meydana gelişinde "Çin imparatorluğu"nun model olduğuna dair yaygın görüş normal ölçülerdeki karşılıklı kültür tesirleri dışında doğru sayılmamalıdır. Zira bu düşüncenin gerekçesinde ileri sürülen, "Hiungnu hükümdarının, tıpkı Çin imparatoru gibi Gök'ün (Tanrı'nın) oğlu olarak görünmek ve Çin'dekine benzer saray erkanına sahip olmak lüzumu" Hun devleti için zarurî değildi. Önce, devlet Çin topraklarında değil, "Hiungnu"lar sahasında kurulmuştu; dolayısıyla Çin meşruiyet prensiplerini bu devlette aramakta isabet yoktur. İkincisi, Mo-tun'un "Gök'ün oğlu" diye bir unvan takındığı şüphelidir, çünkü onu tavsif eden: T'engli Koto (aynı Çince işaretin bugünkü söylenişi ile, Ch'engli kut'u) Tan/ıu91 tabirindeki şimdiye kadar "oğul" manasına geldiği sanılan ikinci kelimenin "kut" (siyasî iktidar) demek olduğu anlaşılmıştır (bk. aş. Kültür: Kut). Üçüncüsü, Çin devletinde "Gök'ün oğlu" kavramı da aslen Çin değil, Türk menşelidir. (Tafsilen bk. aş. Kültür: Hükümranlık). Bütün bunlardan dolayı, Mo-tun zamanında kesin şeklini aldığı görülen Büyük Hun devleti, etnik yönden ve hakimiyet anlayışı, sosyal yapısı, idarî ve askerî kuruluşları (sosyo-politik üniteler, devlet meclisi= toy, sağ sol teşkilatı, bilge elig'ler vb.) dini ve dünya görüşü ile, Türk milletinin tarih ve kültüründe feyizli etkilerini iki bin yıl sürdüren bir ana kaynak durumundadır. Bu itibarla, Türk ve dünya tarihinde çok büyük önem taşır.

Mo-tun'un oğlu tanhu Kiok (Chiyü. /Kök?/ veya Laoshang M.Ö. 174160) Hun imparatorluğunun bu büyüklüğünü muhafaza etmeğe çalıçtı. Yurtlarından oynattığı Yüeçi'lerin Afganistan'a giderek Baktria (Belh) bölgesinde vaktiyle İskender tarafından kurulmuş olan Grek hakimiyetine son verdikleri tarihte (M.Ö. 166), kalabalık ordusu ile Çin'e girerek başkent Ch'angan yakınındaki imparator sarayını yakan Kiok, bu seferdeki gayesine uygun olarak Çin ile iktisadî ilişkilerini dostane bir şekilde sürdürmek için, bir Çin prensesi ile evlendi. Şüphesiz Çin sarayı ile devam ettirilen akrabalık siyasî mahiyette bir davranıştan ibaretti. Fakat bu suretle ileride, Çin ile temas halindeki hemen bütün Türk devletleri bakımından kötü neticeler verecek olan bir çığır derinleştirilmiş oldu. Çünkü hanedanlar arasındaki bu yakınlaşmalar, her zaman, Çin hile makinesinin harekete geçmesi için fırsat teşkil etmekte idi. Hun merkezinde Çinli prensesin himayesinden faydalanan Çin diplomat ve vazifelileri Hun imparatorluğu topraklarında serbestçe gezip dolaşıyorlar, Türkler ve tabi kavimler arasında kötü propaganda yapıyorlar, devleti sinsice kuvvetten düşürmeğe çalışıyorlardı. Bundan başka, ticaret malı olarak memlekete sokulup Hun ileri gelenleri arasında revaç bulan Çin ipeği, lüks zevki yolu ile rehaveti arttırmakta idi. Kiok devrinde fazla hissedilmeyen bu menfî durumlar onun oğlu Künçin (Chünch'en) zamanında (M.Ö. 160-126) gerçek bir huzursuzluk kaynağı olarak kendini gösterdi. Keza Han sülalesine damat olan bu tanhu, babası ve dedesi ölçüsünde dirayetli ve asker ruhlu bir hükümdar olmadığı için Hun iktidarında sarsıntılar belirdi. Çinlilerin bu devirde (împarator Chingti: 157-141) sınır boylarında ufak çaptaki akınları durdurduğu görülüyordu. îlk defa imparator Wuti (M.Ö. 141-87) kalabalık ordular teşkil ederek Hun hakimiyetinin yıkılmasını hedef tutan planlarını tatbike girişti. Propagandayı arttırdı. Gayelerinden biri de, Çin için büyük gelir kaynağı olan ipeğe batı bölgelerinde yeni pazarlar bulmak ve îç Asyaîran üzerinden Akdeniz kıyılarına ulaşan meşhur "İpekyolu"nu emniyet altına almaktı. Dolayısıyla Orta ve Batı Asya'da yabancıların kudretini kırması lazımdı. Bilindiği gibi, aşağı yukarı M.S. 1. bin sonlarına kadar TürkÇin mücadelelerinin temel sebeplerinden biri, bu kervan yoluna hakimiyet meselesi olmuştur . Wuti'nin İpekyolu üzerindeki memleket ve kavimleri öğrenmek ve Hunlara karşı onlarla işbirliği sağlamak maksadı ile batıya gönderdiği yüksek rütbeli bir asker olan Çangk'ien (Changch'ien)'in, gizli vazifesini yaparken Hunlar tarafından bir süre gözaltında tutulmasına rağmen, buralarda geçirdiği uzun müddet içinde (M.Ö. 138126) edindiği bilgiyi, temaslarını ve hükümete tavsiyelerini ihtiva eden mühim rapor imparatoru memnun etmiş ve sonraki Çin siyaseti için başlıca rehber vazifesini görmüştür96. Bu arada Çinliler çok ehemmiyetli bir başarı daha elde etmişlerdi ki, o da ordularını Türk usulüne göre yetiştirmeleri ve Hun silahlan ile teçhiz etmeleri idi. Daha Mo-tun'dan çok önceleri, 318 andlaşması ile ilgili olup Hunlara karşı askerî gücünü takviyeye çalışan Chao (Şansi'de) krallığında Wuling (M.Ö. 325298) zamanında başlayıp, daha sonra, kuzey Çin'de feodal hükümetlerin yerini alan büyük Ch'in devletinin imparatoru Shihhuangti zamanında hızla devam eden bu askerî ıslahat hareketleri, Han imparatoru Wuti'nin kumandanlarından Weits'ing ile Hun tarzında 140 bin kişilik bir süvari kuvveti çıkaran Ho K'üping tarafından büyük başarıya ulaştırılmıştı. M.Ö. 127-117 yılları arasında Ordos'daki Hunlara karşı kazandıkları zaferler Hun ağırlık merkezinin Gobi'den kuzeye, Orhun nehri bölgesine kaymasına sebep olmuştu.

Hunlar, artık eskisi gibi değildiler. Akınları duraklamış, bilhassa Tanhu Tsütihoü (Chut'eho) zamanından itibaren (M.Ö. 101-96) 40yıl devamınca, zengin güneybatı topraklarının (Tanrı dağları, Cungarya, Turfan, Yarkent, Kuça vb.) düşman istilasına uğraması ile devlet geliri azalmış, o zamana kadar Çin'den vergi ve hediye olarak sağlanan malî destek kesilmişti. îç huzursuzluk, idarecilerle başbuğların arasını açmağa yönelen kesif Çin propagandası ile gittikçe derinleşiyordu. Hun prenslerinin birbirleri ile olan anlaşmazlıkları mücadeleyi şiddetlendirdi. îktisadî darlık ve askerî güçsüzlük karşısında, maddî yardım temin edilir düşüncesi ile çıkar yol olarak Tanhu Hohanyeh (M.Ö. 58-31)'in Çin himayesini isteme meyli durumu büsbütün karıştırdı. Sol Bilge eliği (Sol kanat kralı) olan Çiçi (Chihchih, Tsitki) bu kardeşinin tanhuluğunu tanımadı. Mesele Hun devlet meclisi (Türkçesi: toy. bk. aş.)'nde ağır münakaşalara yol açtı. Hohanyeh'in teklifi; istiklalin feda edilmesini "gülünç ve utanç verici" bir davranış sayan ve kendilerinden ülkenin devralındığı atalara karşı hürmetsizlik kabul eden Çiçi taraftarlarınca reddedildi Tanhu'nun fikrinde direnmesi Hunları ikiye ayırdı (M.Ö. 55). Devlet birliğinin parçalanması ile Çin üzerindeki Hun tehdidi ortadan kalktığı için Doğu Asya tarihinde bir dönüm noktası olan bu yıllarda Hun prensleri arasında iyice alevlenen açık mücadele sonunda, rakiplerini mağlup, bu arada tanhuluk merkezini de işgal ederek Hun imparatoru durumuna yükselen Çiçi karçısında Hohanyeh, kendine bağlı kütlelerle birlikte, desteğini süğladığı Çin'in kuzeybatı sınır bölgesine (Ordos, Pingçu) çekildi (M.Ö. 54)".

Devletini güçlendirmek ve iktisadî imkanlara kavuşturmak bakımından hakimiyetini batıya doğru yaymağı uygun gören Çiçi Tanhu M.Ö. 51'de harekete geçti. Önce Tanrı dağları kuzeyi Isık göl havalisindeki Wusun'ların mukavemetini kırdı'; Tarbagatay bölgesindeki Ogurlan, daha kuzeydeki Kırgızları ve İrtiş etrafındaki Tingling'leri tabiiyetine aldı. İki yıl içinde kazandığı bu başarılardan sonra, Wusun akınlarının tedirginliğinden kurtulmak isteyen Kangkü (Çugüney Kazakistan bozkırı Maveraünnehir) kralının arzusu üzerine bu devleti himaye etmek vesilesi ile Aral gölüne kadar bütün batı bölgesini idaresi altına alarak geniş Orta Asya Hun imparatorluğunu ihya etti. Çiçi, hükümetinin kuzey Moğolistan'daki ağırlık merkezini de Çu-Talas nehirleri arasına kaydırarak orada etrafı surlarla çevrili yeni bir başkent inşa ettirdi (M.Ö. 41)ki, böylece, mevkii dolayısıyla İran, Afganistan, Hindistan, Doğu ve Orta Avrupa kıtaları bakımından Asya tarihinin bundan sonraki gelişiminde sürekli tesiri görülecek olan Türkistan sahasına, Türk halkının iyice nüfuzunu sağlamış oluyor (Batı Hunları) ve Fergane, Baktria (Belh) havalisini kendine bağladıktan sonra, Çin kaynaklanna göre, Ansi bölgesini yani güneybatı sınırları ta Anadolu'ya kadar uzanan Parth imparatorluğunun kuzeydoğu kısmını zaptetmek için planlar hazırlıyordu.

Fakat Çiçi'nin hakimiyeti uzun sürmedi. Topraklan çok genişti ve Hun devleti bu bölgelerde henüz iyice yerleşmiş, idarî nizamı kurmuş, tabi kütleler ve komşuları ile normal münasebetlerini geliştirmiş değildi. Çiçi'nin harekatını adım adım takip eden Çin, Wu'sun'ları, Kangkü devletini kendine çekmeği bildi ve derhal saldırıya geçti. Etraftan aldıkları yardım ve 70 bin kişi civarındaki orduları ile baskın çeklinde Hun topraklarına girerek sür'atle ilerleyen Çinliler tarafından kuşatılan, Talas ırmağı üzerindeki surlu Hun başkenti tamamıyla tahrip edildi (M.Ö. 36). Başkentte hayrete değer bir müdafaa yapılmış, sokaklarda kanlı savaşlar verilmiş, hatta tanhuluk sarayı içinde oda oda çarpışılmış ve Çiçi, oğlu ve hatunlar dahil, saray mensuplarından 1518 kişi ellerinde kılıç, devletleri uğruna hayatlarını feda etmişlerdi.

Çiçi'nin batıya uzaklaşmasından sonra kendini toplayan ve Çin hükümeti ile anlaşma yaparak (M.Ö. 43), devlet meclisinin kararı ile başkentini Orhun bölgesine nakleden, fakat M.Ö. 36'dan itibaren tekrar Çin tabiliğine giren Hohanyeh (ölm. M.Ö. 31)'e bağlı kütleler, onun evlatları tarafından bir müddet idare edildikten sonra, tekrar toparlanmağa başlamışlar ve kudretli bir devlet adamı olduğu anlaşılan Yu (Hotodzsisi) Tanhu zamanında (M. 1846) Çin'e karşı istiklallerini elde ederek doğuda Mançurya'ya, batıda Kaşgar'a kadar olan geniş bölgeyi tekrar idarelerine almağa muvaffak olmuşlardı. Fakat Yu'nun ölümünden itibaren iç anlaşmazlıklara düşmeleri ve uzun süren kıtlık yıllarının sebebiyet verdiği çok sayıda hayvan kırımı ile ülkede baş gösteren açlık Hunları müşkül duruma soktu. Yu'nun oğlu Tanhu P'unu'ya karşı mücadele açarak kuzeydeki Hun kabileleri arasına çekilen Pi (P'unu'nun yeğeni)'nin orada kendini tanhu ilan etmesi hadisesi (M. 48) Hunları tekrar ve artık bir daha birleşememek üzere ikiye ayırdı: Kuzey Hunları (Kuzey veya dış Moğolistan'da) ve Güney Hunları (Güney veya içMoğolistan'da).

Böylece M. 48'de ayrı siyasî vasıfları kesinlik kazanan iki Hun devleti arasındaki büyük fark, güneydekinin Çin tabiiyetini devam ettirmesi, Kuzey devletinin ise istiklalini daima koruması idi. Bundan başka, Güney Sibirya, Cungarya ötesine kadar Batı ve İç Asya'da iktisadî ehemmiyeti bilinen bütün şehir devletleri de Kuzey Hun devletinin idaresinde idi. Dolayısıyla siyasî ve askerî Çin saldırılarının ana hedefini teşkil ediyordu. Daha Hun imparatorluğunun bölünmesi ile sonuçlanan iç mücadeleleri ustaca istismar eden Çin, Hunlara bağlı doğudaki Moğol-Tunguz karışımı Wuhuan ve Sienpi (Hsienbi) kütlelerini kışkırtmış, bunların sürekli baskıları neticesinde Hun devleti, doğu Moğolistan'da kontrolü kaybederken, batı bölgesinde de tahrikçi Çin siyaseti ile karşılaşmıştı. Bu sebeple, en tesirlisi Yarkent "krallığı" olmak üzere, Şanşan (loulan, Lobnor'un güneyi), Turfan vb. bölgelerdeki ayaklanmalar ile uğraşmak zorunda kalındı (4660 yılları) Hun devletinin buralarda, bilhassa Çin'in sömürücü tutumu ile Yarkent kralı Kien'in çok merhametsiz davranışından perişan düşen halk tarafından kurtarıcı gibi karşılanması ve duruma hakim olduktan sonra, yeniden baskı altına aldığı Çin'i sınır kasabalarında serbest ticarete mecbur etmesi (61-65) Çin'i tam kararlılık içinde ve doğrudan doğruya askeri harekatla Hun devletini çökertmek hazırlığına sevk etti. İmparator Mingti (5875), Ç'engti (75-89) ve Hoti (89-105) devirlerinin ünlü generali Pan Ç'ao'nun yüksek kumandasında kalabalık Çin ordularının 30 yıl süren harekâtı sonunda Kangk'ü'ye kadar (Kaçgar, Hami, Yarkent, Hoten dahil) sayısı 50'yi bulan zengin ve kervan yolu üzerinde olduğu için, iktisadî yönden önemli şehir Çin idaresine geçti. Bilhassa 73-74, 89-90-91 yılları harekatında ağır kayıplara uğrayan Hunlar İç-Asya'da hakimiyetlerini kaybederken, doğuda da Sienpi'lerin hücumlarına (en şiddetlisi 8991 arasında) maruz bulunuyorlardı. İki cephede sürekli savaşlar vermek zorunda kalan Kuzey Hun devleti, son tanhuların başarılı müdafaalarına rağmen, kuvvetten düştü, durum aleyhte gelişti. Hakimiyetlerini Güney Sibirya'ya ve Cungarya'ya kadar genişletmeğe muvaffak olan Sienpi'lerin hükümdarı Tanshihhuai (aç. yk. 147-156) tarafından nihayet saf dışı edilen Kuzey Hunlarının (ihtimal Tanhu Avitokhol zamanında toprakları düşman kabilelerin istilasına uğradı. Siyasî iktidarlarının zayıflamağa yüz tuttuğu tarihlerde esasen memleketi terk etmeğe başlayan Hunlardan (büyük çapta göçler 91'de ve 155'e doğru), Kuça civarında kalan Yüepan-Yüebanlar dışındaki kalabalık kütleler batıya çekilmişlerdi ki, bunların şimdiki Güney Kazakistan bozkırındaki soydaşlarına (Çiçi Hunları) katıldıkları anlaşılmaktadır.

M. 48'den beri, Çin sınır bölgesinde yaşayan ve kuzeyden gelecek saldırılar için Çin'in ileri karakolu bir tampon devlet durumunda olan Güney Hunları da pek huzurlu değildi. Kukla tanhulara karşı Hun kabileleri sık sık başkaldırıyorlardı. 94, 124 ve 140 yıllarında görülen ayaklanmalar güçlükle bastırılmış, bunları 153, 158 isyanları takip etmişti. Bu senelerde Kuzey Moğolistan'ı işgal eden Sienpi'ler güneye doğru baskılarını artırarak, Hun devleti için tehlikeli olmağa başladılar (177'den itibaren). 188'de Çin hükümetince tayin edilen tanhunun tamamen Çin'e teslim olma kararı üzerine Hunlar tarafından öldürülmesi, devleti başsız bıraktı. Kabileler diğer tayinli iki tanhuyu da tanımadılar ve dağınık kabile hayatına döndüler. Son tanhunun Çin başkentinde hapsedilmesi ve ülkenin 5 eyalete bölünerek Çinli askerî valilerin gözetimine verilmesi ile Güney Hun devleti de sona erdi (M. 216).

Bununla beraber, Sienpi baskısı yüzünden bilhassa 3. yy.'ın 2. yarısında güneye gelmek suretiyle Çin'de sayıları gittikçe artan Hunlar, Çin idaresi altında ve Çinli halk arasında varlıklarını korumağı bildiler. Çin'de, Han sülalesi iktidarının zayıflamağa yüz tuttuğu tarihlerde (180'den itibaren) birbirleri ile mücadeleye girişen generallerin tutumu büyük değişiklik meydana getirmiş, siyasî birliğin parçalanmasına yol açmıştı ("16 Devlet" devri). Sui hanedanının birliği ihya ettiği 589 yılına kadar süren bu devrede Türk kütleleri, başta Tabgaç (Wei) sülalesi (bk. aş.) olmak üzere müstakil devletler kurmuçlar ve Han iktidarının son bulması ile M.S. 220'lerde, tekrar sahnede görünen Güney Hun kabile başbuğlarının idaresinde nüfuzlarını artırarak zamanla hemen bütün Kuzey Çin'i Türk hakimiyetine almağı başarmışlardı. Bunu sağlayan kuvvet, yukarıda zikredilen asî generallerden biri olan Ts'ao Ts'ao'nun, savaşlarında yardımları olduğu için Şansi bölgesine yerleştirdiği 19 Hun kabilesi idi. Kalabalık olan ve her fırsatta Çin idaresine başkaldıran (msl. 271, 294, 296 yıllarında) bu Türk kütlesi millî benliğini koruyor ve eski tanhu ailesi mensuplarına karşı saygı beslemeğe devam ediyordu.

19 kabileden biri T-opa (Tabgaç), biri de büyük 'l Tanhu Mo-tun ailesinin indiği Tuku veya T'uko idi. Hun Tuku (T'uko) başbuğu, eski tanhular neslinden ve Hun elig'lerinden olan Liu Yüan (Liu, bu devirde Tuku ailesine Çinlilerin verdiği addır) çetin bir hürriyet mücadelesi verdikten sonra, dikkat çekici bir siyasî kavrayışla, 500 sene önceki atalarının eski Han sülalesi ile olan dostluklarını ve "kardeş"liklerini de ileri sürerek ve hatta kendi sülalesine "Han" adını vererek bu Çin bölgesinde (merkez: P'ing ç'eng) Türk devletini kurmağa muvaffak oldu (304-329. 1. Chao). Çin başkenti Loyang'ı zapt etti (311). Kendisinden sonra, Çin'in öteki başkentini de ele geçiren kardeşi Liu Ts'ung'un geliştirdiği bu siyasî hakimiyet şuuru, idare başbuğ aileleri arasında el değiştirmesine rağmen, devam etti (başlıca Hun sülaleri: 2. Chao: 329-351, Hsia: 407-431, Kuzey Liang: 401-439 ve bunun devamı: Lou-lan krallığı, 442-460; Turfan civarında). Aynı şuur Tsükü (Chuch'ü) Mengsün tarafından kurulmuş olan son Hun devleti "Kuzey Liang"ın 439 yılında Tabgaç hükümdarı T'aivvu'nun baskısı ile başkent Gutsang işgal edilerek yıkılması üzerine buradan kaçıp kurtulduğu anlaşılan Türk Açına ailesinin temsil ettiği büyük Gök-Türk hakanlığına ulaştı.

Çin sahasında Hun adı altındaki siyasî hayatları böylece tarihe karışmakla beraber, M.Ö. 1. asırda Çi-çi iktidarının yıkılması neticesinde, etrafa dağılmış olarak Sogdiana (Seyhun-ötesi)'nın doğusunda, Kafkaslar'ın kuzeyinde, hatta Dinyeper nehri civarında ve bilhassa Aral gölünün doğu bozkırlarında varlıklarını devam ettiren Türk kütleleri, oradaki diğer Türk zümreleri ve 1. asır sonlarından 2. asrın yarısına kadar doğudan gelen Hun kalıntıları ile çoğalmışlar ve uzunca bir müddet sakin bir hayat yaşamak suretiyle güçlerini artırmışlardır. Bunların, büyük ihtimalle iklim değişikliği yüzünden veya son yıllarda gelişen yeni bir görüşe göre110, 350 yıllarında doğudan gelen Uar-hun baskısı karşısında batıya yöneldikleri ve sonra Avrupa Hun İmparatorluğunu kurdukları anlaşılmaktadır. Bu kütlelerin batıya Sibirya�ya doğru Çin sahasından uzaklaşmalarından dolayı haklarında 2 asır gibi uzun bir süre yazılı bilgi bulunamadığı gerekçesine dayanılarak Hiung-nularla aynı kavim sayılamayacakları yolundaki bazı iddialara rağmen, Atilla zamanında bütün Avrupa'da Türk hakimiyetini gerçekleştirenlerin bu Asya Hunları neslinden oldukları çeşitli vesikalarla belgelenmektedir.

Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU
TÜRK MİLLİ KÜLTÜRÜ



Askerî Teşkilat

Sadece hafif zırhla korunmuş ve tamamı atlı okçulardan oluşan bir ordunun, nasıl bunca orduları yok ettiği ve hatta iyi eğitimli, tam zırhlı ve yüksek tecrübeli Roma lejyonlarını yendiği ilk bakışta hayret vericidir. Bu zaferlerin sırrını çözebilmek için, Hunlar'ın savaş taktiklerini, silahlarını ve nasıl organize olduklarını iyi bilmek gerekir.

Atlar, Hun askerî kuvvetinin temel taşıydı. Daha sonraları Avarlar ve Macarlar gibi Türk kavimleri de atı, ataları Hunlar gibi iyi kullanmışlardır. Hun atları, Avrupa atlarından farklıdır. Bunlar daha küçük, tüylü ve daha dayanıklı, cesurdular. Bu atlar sayesinde Hunlar, düşmanlarından 5 kat daha uzun mesafeleri onlarla eşit sürede alabiliyorlardı. Bütün askerler, yanlarında en az iki at taşırlardı ve bu yedek atlar sayısı 5 e kadar çıkardı bunun iki nedeni vardı. Eğer savaşta atı ölürse, diğer atlardan birini kullanabiliyordu ve üstelik çok sayıda at, düşmanların Hun kuvvetlerinin miktarını tam olarak kestirmesini engelliyordu. Hun askerleri, ikmal yolları kurmazlardı. Her asker yiyeceğini, silahını, çadırını sefere çıkmadan önce ayarlamak zorundaydı ve bunları yedek atlara yüklerdi. Hun atları da askerleri gibi çok hafif zırhlı idiler. Hunlar semeri kullanmasını biliyorlardı, fakat, üzengiyi kullanmamışlardır. Aslında kullanmalarına gerek olmadığı da bazı Çin ve Avrupa tarihçileri tarafından bahsedilmektedir. Çünkü, Hun askerleri ata sözleri ile hakim olabiliyorlar, böylece ok ve kılıç kullanırken çok rahat hareket edebiliyorlardı, emirlerle atların düşman atlarını ısırması ve yere düşen düşman askerinin ezilmesi sağlanıyordu. Üzengi Avarlar sayesinde 5. yy da Avrupa'da yayılmaya başlamıştır.

Hun atlı okçuları "Birleşik Yay" diye bilinen çok güçlü ve etkili ağaçtan yapılma boynuz ve deriyle kaplanmış bir yay kullanıyorlardı. Elbetteki bu yaylar, yerin altında binlerce yıl kaldıklarından bugün sadece kemikle kaplanmış kısımları mevcuttur. Bir Macar okçuluk uzmanı ve seyisi, Lajos Kassai, yıllar sonra Hun hikayelerine, buluntulara ve arkeolojik kazılara dayanarak Macar, Hun ve Moğol yaylarını üretmeyi başarmıştır. Bu şekilde bir yayla bir asker 2 yaya sahip olmuş oluyordu. Bu yaylar kuru tutulmak zorundaydılar. Askerler yanlarında deriden yapılma bir sadak taşırlardı. Bu çeşit bir yayı üretmek genelde yarım sene alıyordu. Öncelikle kayın yada akça ağaç diye bilinen uygun ve şekil alabilir bir ağaç olması gerekiyordu. Yay'ın gövdesine boynu ve sert odun parçaları ise yapıştırılıyordu. Deriyle kaplayarak nem karşısında önlemler alınmış oluyordu. Bu yay sayesinde, Avrupalı askerlerin kullandıkları yaylardan daha etkili ve hızlı bir şekilde atış yapabiliyorlar daha az yoruluyorlardı. Şimdi düşünün, 10 000 atlı asker, düşman karşısında ve atlarını sadece sözleri ve diz hareketleri ile yönetiyorlar, ellerinde en az 3-4 ok var, yani bu aynı anda 40 000 ok demek bir dakikadan az bir sürede.

Hun ordusu yakın savaşa pek girmese de, zorunlu kaldığında genellikle mızrak ya da pala, hançer kullanırlardı. Askerler, küçük yaştan itibaren eğitilmeye başlanır, onlara at sürmesi, yay ve kılıç kullanması öğretilirdi. Okçuluk talimleri genellikle fare, kuş, gelincik, daha sonra tavşan ve tilki gibi küçük hayvanlara karşı yaptırılırdı. Böylece, büyüdüğünde mükemmel derecede at süren ve yay kullanan kusursuz bir atlı okçu savaşçı yetişirdi.

Hunlar gibi atlı göçebe milletler, genellikle savaşlarda mahvediciydiler. Kullandıkları taktikler, Avrupa orduları ve Çin piyadeleri için bilinmeyen ve sezilemeyen tuzaklarla doluydular. Hun askerleri karşısında hep sayıca üstün kuvvetlerle savaştıkları için, öncelikle onların sayılarını etkisiz hale getirene kadar ok yağmuruna tutar, iyice yıpranan düşmana mızrak ve kılıç hücumuna çıkarlardı. Oklara karşı kalkan kullanmayı deneyen ordulara karşı ise, grup halindeki okçularla ateş ederlerdi. Önce havadan ok yağmuru başlar, hemen diğer grupta kalkanlarını havaya kaldırmış askerleri oklardı. Genellikle pusu kurarak hücum etme taktiği kullanılırdı. Avrupalı ve Çin tarihçileri, Hunlar'ın en tehlikeli ve hileli taktiğini, yani bizim bildiğimiz Turan taktiğini şöyle tanımlamışlardır: Ordu bütün kuvvetleri ile düşman hatlarına hücum eder, kısa bir süre çarpıştıktan sonra, bir işaretle geri çekilir, gözünü hırs bürümüş düşman zaferi kazandığına inanıp Hun ordusunu takibe koyulur, ancak ani bir işaretle Hun atlıları eğerlerinin üzerinde ters döner ve 3-5 ok atarak ön hücum hattının saldırısını kırarlar ve bu sırada yanlara açılmış Hun okçuları, düşmanı iyice çevirmiştir. Avrupa tarihçileri bile bu taktikleri ve iyi organize olmuş savaş düzenini barbar ve kana susamış ilkel kavimlerin yapamayacağını kabul etmiştir.

İktisat

Aslında İktisat ve Hun, birlikte düşünüldüğünde çoğu kişi şaşırabilir. Çünkü Hunlar, bugüne kadar göçebe koyun çobanları olarak bilinirlerdi. Fakat yeni araştırmalar, bu bakış açısını değiştirmiştir. Baykal Gölü etrafındaki son kazılardan sonra Bilim adamları, Hiung-nular'ın sadece koyun çobanlığına dayanan ekonomisi görüşünü terk etmişlerdir. Hunlar'ın şehirler kurduklarını, bunların etrafını sıkı duvarlarla koruduklarını, taştan ve odundan sürekli kullanmak için evler yaptıklarını, sadece çadır kullanmadıklarını tespit etmişlerdir. Bu bölgelerin ticaret ve tarım merkezleri olduğu, esnaf ve birçok zanaatkârın bulunduğu, ayrıca Hunlar'ın pulluğu kullandıkları, arpa ve buğdayı bildikleri ortaya çıkmıştır. Hunlar'a ait oldukları kanıtlanmış birçok mezarda ise, bazı tarım aletleri bugünlerde Rusya'da bulunmuştur. Hunlar, buğdayı büyük çukurlarda saklamışlar, iki taşın arasında öğütmüşlerdir. Ayrıca çanak ve çömlek kullandıkları, demiri ve bronzu işledikleri anlaşılmıştır. Ticaret kervanları, Çin'e ve İran'a kadar ulaşmıştır. Ormanlar da Hunlar'ın ekonomisinde çok etkili olmuştur.